İnsanoğlunun oluşturduğu ilk toplumdan başlayarak günümüze kadar karşılaştığı her türlü zorluk ve sıkıntıları atlatmak için nasıl gayret ettiği bilinen bir husustur. Vücudunda çıkan bir çıbanı bir bitki yaprağıyla ovarak tedaviye başlamış ve kendisini hastalıklardan korumanın yollarını aramıştır. Hastalık insanın her zaman maruz kaldığı bir durum olduğundan bundan kurtulmak için hem tedavi yollarını hem de bu yolların gerçekleştirilebileceği kurumları araştırmış ve zaman içinde bu kurumları kurmuş ve oluşturmuştur. Bu tedavi kurumlarının başında hastahaneler gelmektedir. Hastahaneler hastalıklara teşhis koymak, hasta ve yaralılara tıbbî ve cerrahi müdahalelerde bulunmak ve bunları iyileştirmek maksadıyla tedavi etmek için oluşturulan kurum ve birimler olduğu gibi nezaket ve merhametin öne çıkarıldığı kurumlardır.
Tarih boyunca hastalananların tedavi için ilk başvurduğu kimseler genellikle toplumun dini öncüleri olmuştur. Özellikle ilâhi vahiy ile yönlendirilen ve bu bilgi kaynağından beslenen peygamberler tedavi konusunda daima toplumun öncülüğünü üstlenmişlerdir. Hz.Musa zamanında ortaya çıkan bir cüzam hastalığının yok edilmesi için cüzamlıların tümünün Hz. Musa tarafından bir bölgeye toplanarak bunlara karantina uygulanması hadisesi bize bu konuda önemli bir ipucu vermektedir. Aynı şekilde Hz.İsa'nın kendi döneminde ulaştığı tedavi yöntemleri zamanının en üst düzeyindeki tedavi yöntemleri idi. Hz.İsa'nın yaşadığı Roma döneminde hastaların genellikle toplumdan dışlandığını gördüğümüz halde Hz. İsa ve ondan sonraki dönemlerde mü'min ve muvahhid dindarlar hastalara sahip çıkmış ve Hz. İsa'nın yolunu izlemişlerdir. Bu gibi örneklere baktığımızda hasta ve mazlumların yanında yer alan unsurun din ve dinin öncüleri olduğu görülmektedir. Hastalar şefkat ve merhamet istediklerinden dolayı bu duyguları ancak din karşılayabilmektedir.
Buna rağmen eski Yunan hekimi Hippocrates hastalarıyla ilgilenmek için evinin yakınındaki bir bahçeyi hastaları için ayırmış ve burada onlara bakacak kişiler görevlendirmiştir. Buraya Ihsinudukiyun (Xenodokeion) adı verilmişti. Hippocratos'un da bir peygamber eğitiminden geçtiği ve peygamber öğretileriyle yetişmiş olma ihtimalini unutmamak gerekir.
İslam Medeniyet Tarihinde hastahanelerin oynadığı role gelince bu kurum İslam'ın ilk dönemlerinden beri var olmuş ve sahada hep görülmüştür. "Hastahane" kelimesi XIX.yüzyılda Sultan Abdülmecid'in annesi ve Sultan II.Mahmud'un eşi Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından 1843 yılında bugünkü "Bezm-i Alem Tıp Fakültesi" olan "Gurebâ-i Müslimin Hastahanesi"nin yaptırılmasıyla literatürümüze geçmiştir. Ancak İslâm tarihi boyunca hastaların tedavi edildiği bu mekâna değişik isimler verildiği de bilinmektedir. Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar var olan bu kurum tarih boyunca hemen hemen aynı fonksiyonu icrâ etmiştir. O günden bu güne kadar Hayme, Daru's- sıhha, Daru'l-âfiye, Daru'r-râha, Daru't-Tıbb, Daru'l- marza, Maristan, Bimaristan, Bimârhâne, Tabhane, Me'munu'l-istirâhe, Şifahane, Daru'ş-Şifa, Müsteşfâ ve en son olarak da hastahane terim ve isimleriyle anılmıştır.
Bu kurum, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile Endülüs'te değişik dönemlerde değişik isimlerle anılmış, yukarıda ifade ettiğimiz gibi Osmanlı Devleti'nde 1843 yılından sonra Hastahane, Arab dünyasında da Kahire'de 1825 yılında Ebu Zu'bul Hastahanesi'nin kurulmasından sonra da "Müsteşfa" tabiri kullanılmıştır.
İslâm dünyasında ve İslâm Medeniyeti Tarihi'nde önemli bir yeri olan hastahaneler aynen cami, mescid, tekke ve medrese gibi ihtimam görmüş, yöneticiler tarafından desteklenen bir kurum olmuştur. Hastahaneler bazen ilk kuruldukları dönemlerde sadece hasta tedavi etmek üzere kurulmuş, fakat zamanla bu kurumlar tıp ilminin de tahsil edildiği akademik kurum haline getirilmişlerdir. Bilimsel ve teorik çalışmaların yanında ampirik usûller sonucunda tıpta uzmanlar, cerrahlar ve ilim adamları bu kurumlarda yetiştirilmiştir.
III. Yüzyılda Mısır'ın İskenderiye şehrinde ilim merkezlerinin yanı sıra tıbba dair araştırma merkezleri de mevcuttu. Özellikle İskenderiye'de yetişmiş olan Galenos zamanında tıbbî gelişmeler görülmüştür. Hatta onun anatomide Hippocrates'ten ileri olduğu söylenebilir. Müslümanların İskenderiye'ye giriş tarihi olan 22/642 yılında İskenderiye'de Ohrin ve Aytos el-Amîdi ile Aqinolu Pavlos (el-Ecînni) adındaki tabipler İskenderiye'nin tanınmış tabipleri arasındaydılar. Bu tabiplerden Diyarbekir asıllı olan Aytos el-Amîdi İskenderiye'de yetişmiş bir tabip olup Bizans İmparatoru I.Iustinianus zamanında yaşamış tabiplerden birisidir.
Yine İslâm öncesinde Pers-Sasanî Imparatorluğu bünyesindeki Hûzistan bölgesinde bulunan Cündişâpûr (Cündisabur/Cündeyşâpûr) şehrinde büyük bir hastahane mevcuttu. Bu hastahane bu dönemin en büyük hastahanelerinden kabûl ediliyordu. Hz.Peygamber devrinde yaşamış olan meşhur tabip Taifli Haris İbn Kelede tıp öğrenimini bu hastahanede görmüştü. Müslümanların bu bölgeyi fethinden sonra Cündişâpûr hastahanesi varlığını sürdürmüş ve burada Nasturî ve Süryanî tabiplerin yanında Müslüman tabipler de yerleşmeye başlamıştır. İslam Tıp Tarihi (İstanbul 2004) adlı eserimizde ifade ettiğimiz gibi Curcis İbn Buhtişû' bu hastahanede baştabiplik görevini ifa etmiş ve daha sonraları Abbasî Halifelerinden Ebû Ca'fer el-Mansûr'u h.148 yılında tedavi edince halife katında büyük bir mertebeye ulaşmıştı. Fakat kendisi bizzat hastalanınca h.152 yılında Cündişâpûr'a geri dönmek zorunda kalmıştı.
İslam medeniyetinde insan sağlığına verilen önemden kaynaklanan bir yaklaşım ve medeni ruhla oluşturulan bu sağlık kurumları ve bu kurumlarındaki insani yaklaşım ve mükemmel ahlak ve davranış biçimleri İslam medeniyetinde doktorların sahip olduğu üstün ahlak ve hastaya yaklaşım biçimini anlatmaktadır. Merhamet, şefkat, iyi niyet ve nezaket örneğinin en mükemmelinin bu kurumlarda görüldüğü muhakkaktır. Bu kurumların İslam medeniyetindeki yeri ve oluşturduğu başarı ile halka hizmetlerini önümüzdeki yazılarda ele almaya çalışacağız.
(Yazımız devam edecek.)