Bunun yanında Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gerçekten büyük bir diplomat idi. Onun Bizans imparatoru Herakleios'a, Mısır hükümdarı Mukavkıs'a, Sava hükümdarına, İran kisrasına yazdığı mektuplara baktığımız zaman büyük bir diplomatik dil kullanıldığını açıkça görüyoruz.[1] Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) elçi olarak seçtiği adamlar da bu işin ehli kimselerdi. Kimi nereye nasıl göndereceğini o kadar mükemmelce belirliyordu ki gerek o elçilerin seçilmesinden tutun, gerek Mus'ab İbn Umeyr'in Mekke'den Medine'ye öğretmen olarak gönderilmesine varıncaya kadar yapılan seçimler son derece isabetli idi. Medineliler ondan öğretmen istedikleri zaman Mus'ab'ı göndermişti. Acaba neden Ebubekir'i veya Ömer'i göndermemişti. Onlar daha çok tanınmışlardı, Kureyş'in ileri gelenleri idi, daha tecrübe sahibi ve yaşını başını almış kimselerdi. Onları değil de gençler arasında en yakışıklı olanı, en güzel giyineni gönderiyor. Mus'ab'ın annesi zengin ve tüccar birisi idi. Ona Şam'dan özel sivri burunlu ve topuklu ayakkabı ısmarlarmış. Mus'ab, Cahiliye Devri'nde böyle ayakkabı giyinirmiş. Resulullah, tebliğ güzel yapılsın, tatlı sözle yapılsın ve yapılırken etkili yapılsın diye böyle birisini seçip gönderiyor. Yoksa bütün insanlar Allah'ın yaratmış olduğu insanlardır. Allah, kalplere ve yüzlere bakmaz. Mus'ab'ın yüz güzelliğinden dolayı seçilip gönderilmesine rağmen Resulullah diyor ki; "Allah sizin suretlerinize bakmaz, dış görünüşünüze bakmaz, yakışıklı olup olmamanıza bakmaz. Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar. Kalpleriniz nasıl ve amelleriniz nasıldır? Ona bakar."
İşte Resulullah bu… Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), iyi bir halil, iyi bir dost, iyi bir arkadaştı ve ashabı ile iyi ve mükemmel münasebetleri vardı. Ashab diyorlar ki: "Resulullah'ı dinlerken, başımızın üstünde bir güvercin konmuş gibi dinliyorduk. Böyle pür dikkat. Yani o kadar ciddi duruyorduk ki eğer biraz tepelenirsek başına konan güvercin ürküp kaçıp gidecek diye endişe eden birisi gibi Resulullah'ı dinlerdik. Aman konuşmalarından söylediklerinden bir şey kaçırmayalım diye dikkatli dinlerdik."
Bir gün birisi Resulullah'ın elini öpmek istemişti. Resulullah tatlı bir tepki ile: "Bırakın bu Acem adetini. Bizim dinimizde el öpme yoktur" demişti. O sözü geçen adam Hz. Peygamber'e yaklaştığı sırada, Peygamber'in önünde korkup biraz titreyip durmuştu. Rasulullah: "Korkma! Ne olmuş ya! Ben fakir bir kadının oğluyum" veya; "Ben fakir bir insan oğluyum niye benden korkuyorsun" diyor. İşte bu kadar da mütevazı idi. Ama yeri geldiğinde de alabildiğince cesur idi.
Bir gece yarısı Medine'de bir ses duyuluyor. Muhtemelen Uhud Dağı'nın dibinde bir patlama meydana gelmiş veya dağ sarsılma geçirmiş olabilir. Zaten Uhud, eski volkanik bir dağdır. Dağın dibinde meydana gelen bir patlama büyük bir gürültü oluşturuyor. O anda acaba ne oldu diye bütün Medine halkı ayağa kalkıyor. Biraz sonra sesin geldiği tarafa bakıp duruyorlarken, Resulullah o taraftan gelir. Herkes daha telaş içerisinde "Acaba ne oldu? Bu ses nereden geldi" falan derken, Peygamber, sesin geldiği yere kadar gitmiş bakmış ve geri dönüyordu. İşte bir cesaret örneği. Her yönüyle cesur bir resul. Düşmana karşı cesur, böyle bir olay karşısında da cesur, ama son derece merhametli. İnsanlara şefkat ve merhametin, yumuşak yürekliliğin ne olduğunu anlatan tavır ve davranışlara sahip bir peygamber.
Biz Müslümanlar neden arzu edilen ve emredilen şekilde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i tam anlamıyla örnek almıyor ve neden bugün bu örnekliği göremiyoruz. Neden hayatımıza onu yerleştiremiyoruz. Eğer gerçek anlamıyla olmazsa bile onun hayatından örnekler alıp bir nebzesini yakalayabilirsek ve hayatımıza Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sadece birkaç tane hadisini ve emrini uygulayabilirsek bugün bu sıkıntıların büyük bir kısmı olmazdı. Balık suda iken suyun kendisi için hayat verdiğini bilmiyor, sadece yüzüp duruyor, suyun ne olduğunu bilmiyor. Su neye yarar balık anlamıyor. Sudan çıktığı zaman uyanıyor ama hayata gözlerini yumarak uyanıyor.
İslam ümmeti 17. ,18. yüzyıllardan sonra sudan çıktı ve sudan çıkan balıklar gibi çok perişan bir şekilde çırpınıp durdular. Şöyle bir örnek vereyim. O balıkların etrafında birkaç tane yumurta geriye kalmıştı. O yumurtalar tekrar suyun bir kenarına düştü. Bu birkaç yumurtadan ibaret olanlar yeniden 20. Yüzyılın başından itibaren yavaş yavaş büyümeye başladı. Belki bunlar şu anda küçücük hamsi gibi balıklar; ama bunlar büyüyecek. İslam'ın tohumları 20. yüzyılda fidan olmaya başladı. 20. yüzyılda yeniden İslam'ı keşfettik. Hatta bütün dünya bunu yeni keşfetti. Ve dünya İslam'ın ne olduğunu yavaş yavaş merak etmeye başladı.
Bizim ümmet olarak asıl sıkıntımız, öncelikle talihsizce bizi istemediğimiz bir savaşa sokmaları oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti, İslam ümmetini perişan ederek savaşa sürükledi. Ardından büyük bir devleti parçaladılar. Bu devletten elliye yakın devletçik çıkardılar. Büyük bir hilafet devleti paramparça oldu. 3 Mart 1924'te bunun üzerine biraz daha su döküp Halife Abdülmecid'in görevine son verildi. Halifenin görevine son verilince hilafet ortada kaldı. Aslında hilafet kalkmamış, kaldırılmamıştır, kurum olarak devam ediyor. Ama sadece tek kişinin şahsında toplanan bir hilafet ve halife yok.
Peygamberimizin bir halifesinin olması bizi ilgilendiriyor. Hilafet kaldırılmış değil vakıa olarak, tarihi olarak resmi olarak, kanuni olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi hilafeti kaldırmamıştır; sadece Abdülmecid'in görevine son vermiştir, dedik. O gün Abdülmecid'in görevine son verildikten sonra hilafet ne olacak sorusu karşısında çıkarılan kanunla: "Hilafet Meclisin şahs-ı manevisinde mündemiçtir" hükmüne varılmıştır. Ve bunlar meclis zabıtlarında vardır. Bunlar gerek meclis zabıtlarında, gerekse Atatürk'ün notlarında vardır ve bunları eski cumhur başkanı Kenan Evren Osmanlı Türkçesi bilen cumhurbaşkanı olarak okumuştu. Çünkü İnönü'den sonra Osmanlı Türkçesini en iyi bilen Evren idi. En önemli hadiselerden bir tanesi de, 1924'te hilafet kaldırılırken, o günlerde, İslam dünyasının işgal altında olması idi. Hindistan ve Pakistan İngiliz işgali altında, Arabistan Yarımadası İngilizlerin ve Fransızların işgali altında, Kuzey Afrika hâkeza… Misak-ı Millî sınırları içinde birçok yer işgal edilmişti. Batı Trakya, Kerkük-Musul vilayeti işgal altındaydı. Ancak o tarihlerde İslam dünyasında sadece üç devlet bağımsız kalmıştı. Türkiye, İran ve Afganistan. Bunların dışında geri kalan İslam ümmetinin topraklarının tümü maalesef işgal altındaydı. İran'ın tümü ve Afganistan'ın üçte biri zaten şii olup hilafete inanmamakta ve karşı tavır içinde idi. O zamanın TBMM: "Ümmet tekrar özgürlüğüne kavuşuncaya kadar ümmeti tekrar birleştirecek olan hilafeti yeniden meclis ihya eder, günü geldiğinde gündeme getirmek üzere meclis'in şahs-ı manevisinde mündemiç kabul ediliyor." Tabi ki biz bunun ihyasını bugünkü meclisten ve bugünkü milletvekillerinden beklemiyoruz. Ama zamanı geldiğinde bu kararı bu meclis bir gün elbette verecektir.
Konu ile ilgili asıl mesele şudur; İslam ümmeti parçalandı. İslam ümmeti parçalandıktan sonra İslam dinine tekrar sahip çıkmanın yolları arandı. Ve İslam dinine sahip olunurken işte peygamberin örnekliği gündeme geldi.
[1] Bu mektuplar üzerine "Hz. Peygamber'in Mektupları" adıyla bir doktora çalışması yapıldı. Bana kalırsa o çalışmanın birçok eksik tarafı var; yeniden mektuplar konusunun ele alınması ve olayın çok ayrıntılı yönleriyle anlatılması lazım.
Prof. Dr. Ahmet Ağırakça