1. İnsan soyunun yaşabilmesi bakımından din duyuşu kadar, doğa ile hayata saygı ile sevgi duymanın önemi vardır. Din ile doğa, hayatın anne-atasıdır, ebeveynidir. İkisinin birlikteliğinden hayat doğar. İkisinden biri yittimi, ötekisinin yaşama imkânı ortadan kalkar. Sonuçta hayat da, yerini ölüme bırakır. Biri sözlü-yazılı, öbürüyse, sözsüz-yazısız olmak üzre, ikisi de Allahın tebliğidir.
Yetişen insan, ömrü süresince tohum ekip ona icâb eden ihtimâmı göstermemişse; tohumdan filizin, ondan fidanın bitişini, fidandan da yıllar yılı ulu çınarın serpilişini sabır ve sâdakatle izlememişse; tayın yahut enciğin doğumuna duygudaşca tanık olmamışsa; ektiklerinin, alınteriyle sulanmış helâl hasâdını derlememişse; 'Gönlünde hep yeniden, artan hayret ve hayranlıkla üstündeki yıldızlı gökkubbe ile içindeki ahlâk yasasını' temâşa etmemişse, Allahın sözlü - yazılı tebliğiyle tanış olsa da, olmasa da ne yazar. Zâtî kudretininin âlemdeki ifâdesi demek olan yaratma mucizesini Allahın bizlere tebârüz ettirdiği 'sahne' 'doğa'dır. Ondan uzaklaşmak, onu dışlayıp kötürümleştirmek, şu durumda, küfürdür. İmdi, din, doğada yaşayan insana ahlâk kılavuzudur; demek ki doğanın anlam içeriğidir. Doğaysa, dinin tatbîk sahasıdır. Doğadan kopuk din, emeğin omuzları üstünde yükselen fazîletten, direnmeden, dayanışmadan, cesâretten, şiiriyet ile musıkîden yoksun kuru katı bir hurâfe yığınından ibâret kalır. Dinsiz doğaysa anlamsız ve vahşîdir. Her iki durumda da "insan, insanın kurdu" kesilir. Birinde İnkisisyon; öbüründeyse, Temerküz tesîsleri neşvünemâ bulur. Hayatın menbaı olan din ile doğadan insanlığı yoksun kılmış olan Zâlim, sermâyecileşmiş fennin[1] mahsûlü 'tekelci tüketim sanayii'dir.[2]
İlkece, İslâm, Allah tebliğinin verisidir. Buna karşılık, daha önce de çeşitli vesîlelerle bildirilmiş olduğu üzre, ideoloji, insan dimâğının eseri olan felsefe-bilim çıkışlıdır. Bu ikisi, şu hâlde, birbirine zıttır. İkisinden birini öbürüne indirgemek, felsefe-bilim bakımından saçma; din yönündense, küfürdür. Ne İslâmı ideolojileştirebilirsiniz ne de ideolojiyi İslâmîleştimeğe mezunsunuz.
Haddizâtında, İslâma, dolayısıyla da insanlığa yapılabilecek en büyük kötülük, onun, siyâsî ile iktisâdî maksatlar uğruna suistimâl edilmesidir. Böylelikle o, din olmaktan çıkar; manevî yetkisi ile duruluğunu yitirip Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti çerçevesinde bitip serpilmiş ideoloji zincirine eklenmiş yeni bir halka olmaktan öteye geçmez: İslâmcılık. Bu bakımdan İslâmın siyâsîleştirilmesi, hele din devletine konu kılınması teşebbüslerine Müslümanların var güçleriyle karşı çıkmaları, zorunluluktur.
Allahtan ruhsât yahut icâzet aldıkları iddiasıyla aşağılık dünyalık işlerini görmeğe girişmiş zevâtın, insanlığın başına açmış olduğu belâlara gerek geçmiş devirler gerekse çağımız tanıktırlar. Her suistimâl kötüdür, suçtur, günâhtır. Ama en kötüsü ve bağışlanmazı, katıksız katışıksız, salt inanç demek olan imânın suistimâlidir.[3] İşte, mümîn kitlelerde ruhbân sınıfının din sömürüsü ile suistimâlinin yarattığı yeğin ve derin hayâl kırıklıklarından Güney, Batı ile Kuzey Avrupanın ruhbân-olmayan çevresine mensup kimi ihtirâslı idâreciler, tâcirler, düşünürler ile sanatcılar, 1300'lerden itibâren git gide etkili biçimde yararlanır olmuşlardır. İşte, Ruhbânın suistimâli, Ruhbân-olmayanın çıkarcı iş bitiriciliğiyle buluşunca Din[4] ilkin sarsıldı, akabinde parçalandı, nihâyet dağıldı ve buradan Laiklik neşvünemâ buldu.
2. İslâm, spekulativ yahut spekulativ-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk nizâmı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bunlar, onun görev alanında yer almazlar. O, bunlarla birlikte bilcümle insan faaliyetlerine imkân veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fiziki dünyada bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, etkinliklerimiz ile faaliyetlerimizi; kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik belirlemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlîlde vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcîl eden kaynağın, yânî ahlâkın menbaıdır. Ahlâk yoksa, insanın, etkinlikte bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli kalmaz. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini bizlere bildiren tebliğ, yânî Kur'ân'dır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması gerektiğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evrensel Peygâmberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed'dir. Ahlâkı biçimselleştirilmiş mantık çerçevesinde işlemden geçirerek sistemleştiren ve bunun bağlamında olayları değerlendirip anlamlandırmak sûretiyle gerek sanat kurgularının gerekse bilgi binâlarının temellerini ve bilâhare sistemleştirilmiş bilgiler yapısı demek olan bilimin inşâa imkânlarını hazırlayan filosoftur. Gerek peygâmber gerekse filosof, Allahın seçilmiş kullarıdır. Ne var ki, peygâmber, kutsal kişidir. O ve aktardığı İlahî ahlâk nizâmı, ilkece, eleştiriden vârestedir. Aktardığı tebliğ, "Allah tektir, eşi benzeri bulunmaz" yahut "haksız yere insana kastedemezsin; hayatın dokunulmazlığı vardır" diyorsa, bu, soru konusu kılınamaz. Ahlâkın temel ilkeleri aklıaşkındırlar. Aklıaşkın olanı eleştiri süzgecinden geçirmek, aklaaykırıdır olup saçmalamağa götürür. Filosofsa, kutsal-olmayan kişidir. Kurduğu sistem, ilkece, eleştirilmeğe açıktır. Akla ve tecrübeye dayalı her yapı zorunlulukla eleştiriye tâbîdir. Allah tebliği Kur'ân'ın, ilkece, eleştiriden vâreste olması, İslâmı akıl - tecrübe dünyasına sürmemizi imkânsız kılar. Ancak, İslâmın vazettiği temel ahlâk ilkelerinden hareketle bir 'dünyevî gelenek-görenek-hukuk-bilgi-bilim-toplum-siyâset-iktisât düzeni' kurabiliriz; kurmalıyız da. İlhâmını Allah tebliği Kur'ân'dan alan bu düzen, zorunlulukla İnsanşumûl Toplumcu-Paylaşmacı-Dayanışmacıdır; demekki Adâletcidir. Ne var ki, nice vurgulasak yeridir: Dünyevîdir; öyleyse, eleştiri ile değişmeye açıktır. İşte Maddiyâtcı-İktisâdiyâtcı Bireyci Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun temel ideolojisi Sermâyeciliğe görünür tek canlı seçenek İslâmdan esinlenmiş Maneviyâtcı İnsanşumûl[5] Toplumcu-Paylaşmacı-Dayanışmacı Âdil Düzendir. Bahse konu düzen, esâstan, Allah yaratığı 'İnsancı'dır. Bu manâda insanın insana kul köle kılınmasını öngören bütün düzenlemeleri temelden reddeder. Peki, nedir bunlar? Emeksiz gelir temînin gerektirdiği küçük ve büyük çapta sömürü, şirketlerin tekelleşmesi ile devletlerin imperyalistleşmesi; fennin, dur durak bilmez kazanç hırsı uğruna hayatın tüm vechelerine hâkim olup doğayı alabildiğine yıpratıp tüketmesi.
İnsan şeref ve haysiyetinin gerektirdiği maddî ile manevî yaşama seviyesinin altına düşmeğe 'sefillik'; emeksiz, sömürü ve suistimâl yoluyla aşırı zenginleşip ahlâksızlık çukurunda debelenme durumuna da, 'sefîhlik' diyoruz. Emeğiyle geçinip edebiyle yaşayan, üreten ve ürettiğine kısmen yahut tamamıyla mâlik olan bu iki aşırı ucun arasındaki insandır. O işte, İnsanşumûl Toplumcu-Paylaşmacı-Dayanışmacı düzenin Maneviyâtcı 'ödev' insanıdır. O, beninin değil, mensûbu bulunduğu topluluğun hâdimidir. 'Benci' değil, 'bizci'dir.
Üretenin, ürettiğine tümüyle uzak kalması, 'yabancılaşma'ya yol açar. Tekelci-Sömürücü sermâye düzeninin iki aşırı ucunda duran sefil de sefîh de kendine yabancılaşmış kişidir. Kendine yabancılaşmış kişi, ya sefilde olduğu üzre, üretecek güc ile üretim araçlarından kısmen yahut tamamıyla yoksundur ya da sefîhte gördüğümüz gibi, kendi üretmez, ama toplumdaki beşerî, mâlî ile maddî üretim araçlarını tekelinde tutmak sûretiyle ürettirir. İkisi de manevî yıkıma uğramış kişidir. Maneviyâtı çökmüş, özsaygısını yitirmiş kimsenin, değerlendirme ile anlam atfetme kâbiliyeti de kalmaz.
Kendi ektiğini biçen, biçtiğini kendisinkilerle birlikte tüketen özbilincini duyumlayabilip özüne saygı duyar. Böyle biri, mütedeyyin, güvenilir, emekci, hayırlı ödev insanıdır. İnsanşumûl Toplumcu-Paylaşmacı-Dayanışmacı Âdil düzenin baş hedefi, mütedeyyin, güvenilir, hayırlı ödev insanının yetişmesini sağlamaktır. Bu tür bir düzende haksız kazanç getiren fâiz, rant ile tekelleşme çeşidinden kötülüklere fırsat tanınamaz. İnsanşumûl Toplumcu-Paylaşmacı-Dayanışmacı Âdil düzen, bir yandan mahvedici yoksulluğu, öbür taraftan da şatafatı, ayranı kabarmış şımarıklığı önler. Zâten bu iki temel kötülük birbirini kaçınılmazcasına zorunlu kılar. Nerede sefilliğe rastgelinirse, orada sefihlikle de karşılaşmak mukadderdir.
İnsana ve dünyaya hizmetin gerektirdiği dirâyeti Allaha ibâdetin kişiye kazandırdığı nizâm ile intizâm tutumunda buluruz. Bu tutum, iç ile dış olmak üzre, iki çeşittir. İç nizâm ile intizâm duyuşunu bizlere ibâdet, dış tutumu da, askerî talîm ile terbiye kazandırır. Ödev bilincini duymak yoluyla beşerden insana terfîi olunur. Ödev bilincini duymak ve icâplarını yerine getirmek dirâyetli olmağı gerektirir. Söz konusu dirâyetin husûle getiricisi eğitimdir. Onun da, demek ki iki neviinden biri, dinîyken, öbürü de askerîdir. Nasıl ki dinin suiistimâli bizi din devleti nizâmına (Fr Theocratie) sürüklerse, askerliğinki de, Askerciliğe (Fr Militarisme) götürür. O, İmperyalismin ilk basamakları arasındadır. Bu yüzden de, sakat ve gayrımeşrûudur. Öyleyse askerlik ile Askercilik birbirlerinden seçikce ayırdedilmelidirler. Birincisi, beşer kılığındaki canlıyı insan kılan ödev bilinci ile bunu ifâ irâdesini tevlîd edip bileyen, ibâdetle birlikte, bir talîm terbiye — eğitim— işiyken, ikincisi bir siyâsî-iktisâdî düzendir. Ödev bilincinin baş tâcı, haksızlığa karşı çıkmaktır. Başkaldıran insanın ise, çelikleşmiş bir irâdeyle mücehhez olması zorunludur. Çelikleşmiş irâdeyi kişiye dinî ile askerî eğitimler kazandırır. Çağımızın küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin en fazla korkup ürktüğü olay, 'başkaldıran insan'dır. İşte sekülerleştirme ile barışcıllaştırma, kısacası, uyuşturma çabalarının nedeni. İslâm ahlâkının esâsı, zulm ile haksızlığa başkaldırı irâdesidir: Cihât. İşte İslâm düşmanlığının hikmetisebebi.
Sonuc itibâriyle, İslâm, bir başkaldırma hareketidir; Müslüman olmanın manâsı da, haksızlığa, adâletsizliğe, suistimâle, sömürüye, Sömürgecilik ile İmperyalisme, Irkcılık ile Kavimciliğe başkaldırma irâdesinde yatmaktadır.
Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.
[1] Fr technologie capitalisee.
[2] Fr industrie consommatrice monopoliste
[3] İrandaki 1979 Devriminden bir yahut iki yıl sonra olmalı. Müdâvimi olduğum Redhouse'un Rızâpaşa yokuşundaki kitabevinde yirmilerinde olduğunu tahmin ettiğim Şahsad adındaki genc adam, tezgâhtâr olarak çalışmaktaydı. İhtilâlin akabinde ortalığı kasıp kavuran şiddet ile kan fırtınasında, Şah devrinde üst makamları tutmuş babası ile amcası, yarım saat, bilemediniz, kırk beş dakka sürmüş göstermelik duruşmaların ardından idâm edilmişler. Şahsat, annesi, hemşiresi ve kimi yakın akrabasıyla kâh kamyonda, kâh beygir sırtında, kâh yaya seyâhat ederek İrandan Türkiyeye sığınır. Türkiyeden de A.B.D.ne ilticâ etmekçin vize bekliyorlardı. Bu bekleme sırasında da, maîşet temîni maksadıyla, işe girmiş. Oraya gidişlerimde bir süre hasbıhâl ederdik. Acıyla, öfke ve kinle dolup taşıyordu. Kime karşı? Devrimi ateşlemiş, bilâhare yürütmüş, nihâyet kendisi ile yakınlarını yerlerinden yurtlarından etmiş, babası ile amcasının kanına girmiş olan Ruhbân zümresine karşı elbette. Ne var ki nefreti Ruhbânla birlikte Kendisi adına yeryüzünde iş gördüklerini öne sürdükleri Kitaba, Din ile, sonuçta, Tanrıya yönelikti: "Er yahut geç İrana geri döneceğiz; hâlıhazır durumu tersyüz edeceğiz; Mollaları câmilerine tıkıp Kur'ânlarının üstünde yakacağız!.." dedi. İşte bu tüyler ürpertici, kanı donduran ifâde, Laiklik-Sekülerlik tepkisinin doğuşunda Ruhbânın, tevîl götürmez etkisini açıkca göstermiyormu?
[4] Bu bağlamda söz konusu olan Hırıstıyanlık, özellikle de onun Katoliklik koludur.
[5] Bütün İnsanlığa açık. Bütün İnsanlığı kapsar.