Darbeler arasında en tehlikeli olanı 28 Şubat idi. 15 Temmuz'u vahşi bir işgal teşebbüsü sayarsak, sıralama değişmiş değil: Ülkemizin maruz kaldığımız en ciddi sorun 28 Şubat darbesinin yol açtığı sorunlardı. Darbenin tahlilini doğru yapmadan da tehlike bitmiş olmayacak. Her sene meşum hadisenin yol açtığı sorunları konuşarak o talihsiz günleri hatırlıyoruz. Konuşmalarda dikkat çeken hususlardan birisi darbenin 'halk ayağı'nı teşkil eden kesimlerin konuşmalara hiç katılmamış olması: ne savunuyorlar ne eleştiriyorlar! Darbe hakkında toplumun tümü konuşmadığında ise darbe yapanlar umutlarını muhafaza edebiliyor, uygun şartlar oluştuğunda umutlar yeniden filizlenebiliyor. Aradan yirmi sene geçmesine rağmen darbenin ülkenin bütünü için değil de, sadece bir kesimi için yıkıcı olduğu inancı, tehlikeyi hiç anlamamak demektir. Bir darbenin başarısı geride 'kazananlar' sınıfı bıraktığına halkı ikna etmesiyle orantılıdır. 28 Şubat'tan geride kalan en tehlikeli düşünce bu: darbe toplumun bir kesimine zarar verse bile, ötekiler darbeden kâr etti saplantısı! Ülkemizin demokratik bir toplum haline gelebilmesinin önündeki en tehlikeli düşünce budur: darbelerin bir kesime kazanç sağladığına inanmak! Darbeyi sadece fiili mağdurları değil, asker-sivil bürokrasiyle iş birliği yapan kesimler de telin etmedikçe, tehlike geçmiş sayılmayacak.
Darbenin dindar-muhafazakâr kesimde yol açtığı sorunlar malum! Her şeyden önce seçilmiş bir hükümetin iktidardan kovulması en büyük tehlike idi. Operasyonun maksadı Türkiye'deki İslamcı hareketi dünyada antidemokratik yollara itilen bazı İslamcı hareketlerle aynı kadere icbar etmekti. İnanç ve düşüncelerini meşru yollarla yaşamak ve anlatmak yolunu seçenlere bu yolun kapatılması, onları meşru süreçlerden umutsuz bırakmak amacı taşıyordu. İslamcı kesimler, genlerine sirayet etmiş bağımsızlık, devlet-hukuk bilinci ile Ehl-i sünnet aklının iktiza ettiği soğukkanlılıkla operasyonu başarısız kılabildi. Bununla birlikte başta İmam Hatip liseleri, Kuran Kursları vb. olmak üzere din eğitimi veren kurumları akim kılmak üzere Türkiye'nin eğitim hayatıyla en hoyratça oynandığı dönem bu dönem oldu. Okullarda yaşanan başörtüsü sorunu ise aşağılayıcı ve provakatif bir çirkeflikti. Laiklik ve çağdaş yaşam bayrağı altında yürütülen mücadeledeki ikiyüzlülük ve yalancılık kadın bahsinde kendini gösterdi: bir yandan kadının eğitimini savunmak, öte yandan ona düşmanlık ederek eğitim imkânlarını engellemek, gücün aklı zehirlediğinin örneklerinden birisi olarak kayda geçti.
Fakat 28 Şubat'ta olanı biteni anlayabilmek için konuşulanlar yeterli değil! Tahlilde en ciddi hata darbenin sadece hasım bellediği kesimlerde yol açtığı yıkıcı etkiler üzerinde odaklanmaktır; sanki darbenin kazananı varmış gibi bir izlenim zihnimizde yer bulduğu ölçüde gelecekten umutlu olamayız. Darbenin hiçbir galibi yoktu; sadece açık mağdurları ile kendini galip zanneden mağdurlar vardı.
KİM KAZANDI VE KİM KAYBETTİ: BİZ KAYBETTİK!
Daha önce asker-sivil bürokrasi elit bir azınlığın desteğini alarak –belki onlar adına- halka karşı darbe yapar, yönetimi bir süre ele alır, daha sonra hazırlanan yasalarla perde ardından iktidarını sürdürürdü. 28 Şubat'ın ayırıcı özelliği toplumun bir kesiminin öteki kesime karşı kışkırtılmasıyla darbenin geniş bir zemin içinde 'gizlenmesi' niyetiydi. Bu kez darbeciler kendilerini halkın bir bölümünün vehimleri, korkuları ve hırslarında gizleyerek suç ortaklarını artırma yoluna gitti. Aklın soğukkanlılığı yerine duyguların hâkimiyeti altına girmekle gözü körelenler, bu işbirliğinde pek hevesli idi: Her kesimden insanlar bulunduğu yeri tahkim edebilmek arzusuyla bilerek ve isteyerek 'durumdan vazife çıkardı.' Sürecin en önemli ayağı psikolojik süreçlerle toplumun hazırlanmasıydı. Burada iki temel saik kullanıldı: Birisi gerçek bir sorun iken öteki insanları yaşam tarzları hakkında endişeye düşüren mevhum bir sorundu. Gerçek olan sorun Kürt ırkçılığını savunan terör hareketleriyken mevhum sorun 'irtica' denilen fakat bir türlü teşhis ve tespit edilemeyen hareketti. Uğur Mumcu'nun öldürülmesinin ardından Ankara'da yüz binlerce 'eğitimli' insan 'kahrolsun şeriat' diye yürüdüğünde 28 Şubat'ın en önemli ayağı atılmış oldu. Toplumun bir kesiminin ötekini açık düşman ilan ettiği kitlesel hareketler, yirmi yıl boyunca tekrarlanacak, en nihayetinde Gezi'deki kalkışmayla son noktasına ulaşacaktı: gezide olanlar, yirmi yıllık cerahatin patlamasından başka bir şey değildi.
Bu süreçte Türkiye hemen her alandaki kazanımlarını, itibarını ve iddialarını yitirdi: Üniversitelerde ve üniversite dışındaki muhitlerde belirli bir seviyeye doğru terakki eden düşünce ve zihin hayatı bu süreçte büyük yıkım gördü. Meğerse Türkiye'de hiçbir yazar insanlığın ortak değerlerini samimiyetle savunmuyormuş! 'İrtica' geliyor denilince, 'bilge' yazarlar, hocalar, entelektüeller akıllarını paranteze alarak vehimle ve korkuyla konuşmaya başlamışlardı. Bu itibarla 28 Şubat'ın devam eden en yıkıcı etkisi Türkiye'deki entelektüel hayatın itibarını ortadan kaldırmasında kendini gösterdi. 28 Şubat'ın ülkenin ekonomisine yol açtığı sorunu somut olarak görebildiğimiz bir hadise yaşadık: 2001 krizi! Düşünce hayatında yaşanan yıkımı görebilecek bir hadise olmadığı için felaketin büyüklüğü anlaşılmadı. Üniversitelerin en ayırıcı özelliği mesleklerini ve bilimi yüceltmektir; bu sayede 'aydınlanmaya' katkı sağlayabilirler. Bu süreçte üniversitenin böyle bir iddiasının ve amacının olmadığı ortaya çıktı. Hukuk kurumlarının en önem verdiği şeyin hukuk olmadığını, tabiplerin yeminlerini basit nedenlerle bozabileceklerini, sendikaların işçi hakkı peşinde koşmadıklarını gördük. Hasıl-ı kelam 28 Şubat toplumun yeşermekte olan dinamikleriyle oynayarak üniversiteyi, hukuk kurumlarını, entelektüel ve sanat hayatını felç ederek herkesi mağdur etti: zihin dumura uğrayınca mağduriyetini bile anlamıyor demek ki!