Yaşadığımız zaman ve mekanda işler sarpa sarınca 'eski günler' diye başlayan cümleler kurmaya başlarız: Ân'ın bizi bir istikamete icbar eden darlığından mazinin gerçekliğini yitirmiş genişliğine sığınmak bir rahatlık hissi verir. 'Anın darlığını hayalin genişliğiyle aşmak' bir insan tanımı olmasa bile müşterek özelliklerimiz arasında bulunur. Geçmişin en azından şimdiden daha iyi olduğuna dair hayalimizin bize oynadığı oyun hali hazırdaki duruma karşı bizi huysuz, müşkülpesent ve güvensiz kılar. Mutluluğun tanımında yaşadığımız zaman ve mekan ile barışık olmak bulunacaksa, huzursuzluğumuzun ana sebeplerinden birisinin yüklü hafızamız olduğunu söyleyebiliriz. Geçmişin kırık dökük hatıralarıyla dolu hafızamız hayal gücünün yaratıcı oyunlarıyla daralmış anda geniş kaçma ve oyun alanları açarak 'hayalde yaşama hissi ve hazzı' verir bize. Çoğu kez hayal uğruna anı yaşamayı terk ederiz veya erteleriz. Gelecek bir zamanda saadeti ararken bir ütopya tahayyül etmek anlaşılır bir durum olabilir: lakin mazi özlemi ile anda ve mekanda bulunmayı tezyif etmek beşeri bir zaafla açıklanabilir.
ÂDEM'DEN BİZE KALAN MİRAS: GEÇMİŞİ ÖZLEMEK VEYA NOSTALJİ
İbnü'l-Arabi nostaljinin insandaki kaynağını ele alırken şaşırtıcı bir örnek verir: Yeryüzünde geçmişi âna tercih etmek temayülü Hz. Adem ile başlayan kadim bir alışkanlıktır. Başka bir anlatımla nostalji bedenlerimizin babası –ruhlarımızın babası Hz. Peygamber'dir- Hz. Adem'den bize kalan bir miras olarak nesilden nesle itinayla aktarılan bir alışkanlık, hatta insanlığın ortak geleneğidir: insan olmak böyle bir mirastan pay almak demektir! Belki de zamanı üç kısmıyla idrak edebilen yegane varlık olmak böyle bir şaşılığı mümkün kılıyor: Anda yaşarken geçmişte bulunabilmek veya geleceğe savrulmak gibi! Demek ki insan en azından çift zaman içinde bir varlıktır. Kendi adıma bu cümleyi ilk okuduğumda şaşırmış, metne tekrar bakmak gereği hissetmiştim: İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem ne yaşamış olabilirdi ki maziye özlem duysun? İbnü'l-Arabi Hz. Adem'in şöyle bir şiir okuduğu aktarır:
Beldeler değişmiş, beldekiler de
Yeryüzü kapkara bir tozla kaplanmış (Fütühat-ı Mekkiyyye, c. 17, s. 119)
İbnü'l-Arabi'nin yaptığı açıklamalar ise dikkatimizi vakıanın gerçekleşip gerçekleşmemesine değil, ana fikre vermemizi sağlar. Hz. Adem bu şiiri Kabil'in Habil'i öldürmesi üzerine okumaya başlamıştı. Oğullarından biri ötekini mal ve iktidar 'hırsı' yüzünden öldürünce yeryüzü değişmişti. Belki de Hz. Adem 'toprak'tan yaratılmış olmanın anlamını o zaman fark etmiş, meleklerin 'yeryüzünde kan dökecek ve bozgun çıkartacak birisi' derken neyden söz ettiklerini yeni anlamıştı. Dinin bize söylediğine göre insan 'cennette' yaratıldı. Ardından Adem'in ve Havva'nın birlikte işledikleri bir suç sebebiyle yeryüzüne gönderildiler. Adem-Havva'nın cennetteki hayatıyla yeryüzündeki hayatları bir bütünlük teşkil eder: bu dönem cennetin devamı gibidir ve yeryüzüne inmekle bir şey değişmiş değildi. İnsanlığın günümüze kadar devam edegelen yeryüzündeki gerçek tarihi, Kabil'in kardeşi Habil'i öldürmesiyle başladı: Kabil bütün zaaflarıyla gerçek bir beşerdi ve Habil de erdemlerle donanmış olarak cennetten yadigar idi. Tarih birinin ötekini katletmesiyle başlamış oldu; hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktı ve cennetteki var oluşumuz bu eylemle kesintiye uğramış oldu. Hz. Adem'in okuduğu şiir bunu anlatıyordu: Onun 'değişti' dediği şey dünyanın ve şehrin kendisi değil, insanın Allah'a döndüğü saf ve temiz haliydi. Başka bir anlatımla kirlenen şey, yeryüzü değil, bizzat insanın kendisiydi. Şiir saf insana duyulan özlemden ibaretti.
İnsanın kirlenmesiyle yeryüzünün veya varlığın kirlenmesi, Hz. Peygamber'in bir hadisinde beyan edilir: Hz. Peygamber Kabe'de tavafın başlama noktasını gösteren Hacer-ul Esved'in cennetten beyaz çıktığını, insanoğlunun günahlarının onu kararttığını beyan buyurdu. Hadis-i şerif Hz. Adem'e izafe edilen şiiri anlarken bize rehberlik edebilir: İnsanoğlu yeryüzünde yeni bir hayat inşa ederken "cenneti" unuttuğu gibi dünyaya geliş gayesini de unuttu, kendine yeni bir gaye belirledi. Bu insanın kirlenmesi demekti. Allah'ı unutmaktan kaynaklanan 'kirlenme'nin sembolik karşılığı ise Hacer'in yani beyaz taşın 'esved' yani siyaha dönüşmesi oldu: günahlarla bir taşı kararttık! Hacer-ul Esved insanın seyr ü seferini anlatan bir sembol olarak Kabe'de bulunur ve ona bakan insan kendi serüvenini hatırlar. Hacer-ul Esvede bakan insan cennetten dünyaya geliş sürecinde ve buradaki fiilleriyle beyazlık ve saflıktan sonra kararan insanlığını hatırlar. Bununla birlikte hadiste kararmak için kullanılan kelimeden İbnü'l-Arabi'nin çıkarttığı -kısmen zorlamalı- bir anlamı hatırlamak gerekir: İsvidad (kararmak) siyadet (efendi olmak) ile aynı kökten gelir. İbnü'l-Arabi bunu olumlu bir işaret sayarak günah ile 'kararma' ve Hakka yakınlık ile erdem anlamındaki "efendiliğe (kemal)" ulaşma arasında irtibata dikkatimizi çeker. Bunun anlamı şudur: İnsan günahlarla kararsa –veya yeryüzü kirlense- bile, efendiliğe ulaşabileceğimiz yegane yol bu kararmada 'imkan' olarak mündemiçtir. Günahlar olmasaydı insan kararmayacak, kararmasaydı arınarak kemale eremeyecekti. Nostalji yerine geçmiş ile gelecek arasında böyle bir 'insanlık' tasavvuru insana daha layık olabilir.