Boğa güreşinde yenilen boğanın sahibi güreşin adaletle yapılmadığını iddia ederek neticeye itiraz edince, hakemler kadar seyirciler ve boğa sahipleri şaşırmış kalmış! Güreşler herkesin gözü önünde yapılıyor, hakemler kurallara göre müsabakaları idare ediyorken itiraz da neyin nesi diye düşünürlerken adam tane tane anlatmaya başlamış: 'Evet' demiş, 'haklarını teslim etmeliyim hakemlerin, güreş esnasında adaletsizlik yapmadılar, müsabakayı adaletle yönettiler. Adaletsizlik güreş esnasında değil, ondan önce yapıldı.' Bu sözlere insanlar daha da şaşırmış: ' Yapılmamış güreşin adaletsizliği olur mu?' diye merakla birbirlerine bakarlarken adam konuşmasını sürdürmüş: 'Güreşler için uzak yakın bölgelerden buraya geldik. Benim boğam güreş alanına sabahleyin geldi, fakat öğrendim ki benimkini yenen boğa daha önce buraya gelmiş. O boğa erken gelerek burayı "yurt" olarak benimsedi. Güreş başladığında da yurdunu savunma güdüsüyle saldırdı ve galip geldi; yapılan adaletsizlik budur."
Her şeyin tabii olarak doldurduğu bir mekânı var: klasik doğa bilimlerinde buna 'hayyız', yani doğal mekân denilir. Her şey tabii bir şekilde kendi mekânında bulunur ve oradan ancak zorlamayla ayrılabilir. Mekânla ilişkimiz düşüncemizi de belirler: İnsan zaman ve mekân kategorisiyle düşünür. 'Nerede' sorusu zihnimizde o kadar müessirdir ki Allah hakkında bile 'nerededir' diye düşünmeden duramayız. Mücerret fikirlere ulaşmanın önündeki engellerden birisi, zaman ve mekânla sınırlı kalarak "tecrit" kabiliyetimizi körelterek teşbihe mahkûm olmamızdır. Sahabe Hz. Peygamber'e 'Âlemleri yaratmazdan önce rabbimiz nerede idi?' diye sorunca, cevamiü'l-kelim olan Hz. Peygamber 'Altında ve üstünde hava bulunmayan Ama'da idi' buyurdu. Bir sahabeye Allah hakkında böyle bir soruyu sorduran şey, mekânın üzerimizdeki etkisiydi: mekân zihnimize öyle tesir eder ki sanki Allah gökleri ve yeri kendisi için mekan olarak yarattı diye zannederiz.
Bütün tabii varlıkların bir mekânı vardır: bir çiçeğin veya bitkinin mekânını sevmesinden söz ederiz. 'Sıla hasreti' kuşlar ile insanları aynı duyguda birleştirerek edebiyatın ana meselesi haline getirir. Her şeyin 'sıla hasreti' yaşayabileceğini Mevlana'dan öğrendik. Fakat yine de insanın mekânla ilişkisi ile öteki varlıkların ilişkisini ayırt etmek gerekir: 'Düşünen canlı' için mekân sadece tabii bir mekân veya yurt olmakla kalmaz onu insan kılan değerler ve erdemlerle mamur bir mekâna doğru evrilerek 'vatan' adını alır.
VATAN YÜKSEK AHLAK VE ERDEMLERLE MAMUR MEKÂN DEMEKTİR
'Tevrat taşınabilir bir vatandır.' Bu cümle, mekân ve toprak körlüğüyle ilgili güçlü bir eleştiridir. İnsanların bir toprak üzerinde değerlerini nadiren koruyabildikleri bir dünyada asırlarca vatandan mahrum kalanların kendilerini (–değerlerini diyebilir miyiz bilmiyorum-) nasıl muhafaza edebildiklerini açıklamak üzere söylenmiştir. İnsanı toprak değil, toprağı da 'manevi vatan' kılan yüksek değerler ve ulvi düşünceler korur.
Dinin mekânla ilişkisi paradoksaldır: Bir yandan insanın mekân ile ilişkisini realite olarak kabul ederken öte yandan insan ufkunun fiziksel mekânla daralmasını da reddeder. Büyük şair Nesimi'nin 'Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmam' mısraı dinin ideali insan-mekân yorumunu yansıtır. Kur'an-ı Kerim ve hadislerde insanın mekân ile ilişkisini onaylayan ifadeler vardır: Hz. Peygamber'in Mekke'den ayrılırken söylediği hüzünlü sözler, Uhud dağından söz ederken 'Uhud bizi sever' gibi sözleri mekânla olan duygu bağımızı tespit eder. 'Vatanı sevmek imandandır' denilir. Bu söz hadis midir değil midir tartışması bir yana, hadis olsa bile onu nasıl yorumlayabileceğimizi az çok biliyoruz: Sözü edilen şey, fizikî bir coğrafyanın manevi coğrafyaya evrimidir. Darü'l-İslam denilen şey, bir coğrafyanın İslâm değerleri demek olan herkes için yaşama hakkı, akıl ve din güvenliği, mal güvenliği kurucu ilkelerle mamur olmasıdır. 'Vatan sevgisi imandandır' ifadesini böyle bir dönüşüm istikametinde anlamak zorunludur: İnsanın tabii bir şekilde sevdiği mekân veya topraktan koparak manevi değerlere doğru tekâmül etmesi talep edilir. Bu durumda fiziksel coğrafyanın manevi mekân anlamı kazanarak yeni bir hüviyet ve ruh kazandığını müşahede ederiz. Müslüman düşünürler coğrafyadaki değişimi fark ederek yeryüzünün herhangi bir parçası olan Mekke'nin niçin 'mükerreme' veya Medine'nin 'münevvere', başka bir mekânın niçin 'Kuds' olduğunu anlamışlardır: bu mekânlar insanı 'insan' kılan erdemlerin etrafında kurulan şehirlerdir. Bir mekân taşıdığı manevi değerler sebebiyle vatan adını kazanabilir. Böyle bir değişimle birlikte insanın mekânla irtibatı -söz gelişi- hikâyemizdeki boğanın veya bir çiçeğin mekânıyla ilişkisini aşarak dinamik ve anlamlı bir ilişkiye dönüşür. Bu sayede fiziki coğrafya bir ruh kazanarak insanı inşa eder hale gelir. Hacı Bayram-ı Veli 'Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında' derken bu dinamik ilişkiyi bize hatırlatır.
Fiziksel coğrafya manevi coğrafyaya dönüştükçe metafizik bir kavram olarak vatan-ı asli'ye yaklaşır. Mevlana'nın ölümsüz eseri Mesnevi'nin ana temalarından olan vatan-ı aslî (asıl vatan) yeryüzünde 'manevi coğrafya' olarak temessül eden yerdir. Müslüman ahlakçılar 'manevi coğrafya' derken başta Allah'a iman olmak üzere adalet, ihlas, merhamet, doğruluk, insan sevgisi, şecaat gibi mekarim-i ahlak, yani insanı 'insan' kılan erdemlerle özdeşleşen idealleri anlarlar. Bu ideallerin bulunduğu insana insan-ı kâmil denirken yeryüzünün herhangi bir mekânı o ideallerle imar edilirse oraya dar-ı İslam veya Müslümanın vatanı denilir. Öyle bir vatan için ölmek gerçekte Allah için ölmek demek olan şehadet adını alarak tabii ölümden ayrışır.