Geçen aylarda mevlid-i nebi bahsi konuşulurken keşke konu öteki "haftalar" meselesine de getirilebilseydi. Bir ülkede niçin bu kadar çok hafta, gün, gece olur? Biz kutlamayı seven bir milletiz; günler, geceler ve haftalar önemli yer tutar hayatımızda. Aralık ayında mesela Mevlana Celaleddin Rumi'nin ölümü yâd ediliyor; ömrünü ahiret hayatına adamış bir insanın dünyadan intikalini bir hafta niçin yâd ederiz diye sormadan edemiyor insan? Geçmişte Mevlevi dergahlarında tertip edilen törenler 1950'li yıllardan itibaren geniş kesimlere açıldı. Son yıllarda ülkenin hemen her köşesinde çeşitli etkinliklerle Mevlana yâd ediliyor. Bu meyanda Konya bu ay içinde ve belki öteki zamanlarda da yoğun bir "ziyaretçi" akımına maruz kalıyor; "dini turizm" denilen ucube kavramlaştırmanın Türkiye ayağı en çok Konya ve Mevlana'yla ilgili! Mevlana'nın ülkemizin dini ve düşünce hayatında önemli bir yeri olduğu aşikar; lakin yine de meselenin ele alınma tarzına bakınca, ağaca bakma arzusuyla ormanı yitirdiğimiz de besbelli! Çanakkale'de Mevlana ile ilgili programa davet edildiğimde, belirtmiştim: Çanakkale'de Mevlana'yı anmak yerine söz gelişi Mesnevi'ye göre kültür ve düşünce hayatımızda daha merkezi bir yere sahip olan Muhammediye yazarı Muhammed Bican Efendi'yi ı veya kardeşi Ahmet Bican Efendiyi yad etmek –bir hafta olmamak şartıyla- kadirşinaslığa daha uygun olabilir. Ama 'ormana' hakkını vererek bile yapılsa, böyle programlarda faydalılık ilkesini korumak, israftan sakınmak, aynı şeyi tekrarlayıp durmamak, en önemlisi de zamanı kısa tutmak İslam'ın ahlak anlayışının gereğidir: kim olursa olsun bir haftalık programlar israf!
HAYATIN ANLAMINI ÖLÜMDE BULMAK: REFİK-İ ALA'YA GİTMENİN YORUMU OLARAK ŞEB-İ ARUS!
Şeb-i arûs Mevlana ile özdeşleştirilmiş bir tabir! Büyük sufi ölümü şeb-i arus, yani düğün gecesi diye niteleyerek hayata başka türlü baktı ve bizim de öyle bakmamızı istedi. Böyle bir kavramlaştırmanın kaynağı nedir veya kimdir? Ölüme 'düğün gecesi' demek, insanın kendini fer' ve Allah'ı asıl (kök) kabul etmesinden neşet eden bir varlık yorumuna dayanır. Teşbih dilinin öne çıktığı bu varlık yorumunda hareket, fer'in asla duyduğu derin ve kopmaz iştiyaktan kaynaklanır. Her şey gayeye varmak üzere hareket eder; gaye onun kendisinden meydana geldiği aslıdır. Varlığı bir özlem ve şevk hareketiyle yorumlamak hiç kuşkusuz güçlü bir Allah anlayışından beslenir. Varlıktaki her şey bir maksada doğru hareket ederken gayeye doğru özlemle yürümek fikrini en çok insanda görebiliriz. Fer (insan), yani dallar güçlü bir şekilde köke bağlıdır. Varlığı oradan meydana gelmişken bilfiil varlığı köklerle (ilahi isimler) arasındaki irtibata bağlıdır. İrtibatın kopması veya zayıflaması onun yok olması demektir. Yeryüzündeki bedenî varlık, kökler ile dallar arasına giren göreceli perdelenme halidir. İnsanın 'perdelenme' halindeyken varlığı hakkında endişe duyması, hakikatini yitirme korkusuyla köklere dönme arzusu taşıması, tasavvuf düşüncesinin ana sorunudur. Ölüm fer ile kökler arasındaki 'göreceli' ayrımın ortadan kalktığı andır ve bu nedenle 'gerçek vuslat anı' olarak tebcil edilir. Allah-Adem/Havva üzerinden ortaya konan asıl-fer ilişkisi ölümle yeni bir merhaleye geçerek, bu kadim yolculuk yerini 'Allah'ta seyre' bırakır.
Ölümü şeb-i arus olarak görebilmek, insan hayatını dünyadaki hayatından ibaret sayarak gayretini –belki hasretini- burada yer edinmeye tahsis eden biz fânilere garip gelmiş olmalı ki, tabiri anlamak üzere yıllardır haftalarımızı veriyoruz. Kavramlaştırma aslında Mevlana'ya mahsus değildi. Sufilerin metinlerinde insanların kendilerini 'Hakkın gelini' olarak niteledikleri ifadeler yer alır. Kökenini tam bilmesek sile, başka dinlerden gelen düşüncelerin İslam tarafından yeniden yorumlandığını da kabul edebiliriz. Kavramlaştırmanın 'teklif (yükümlülük)' merkezli dini hayatın ideal insanını teşkil eden 'abd-kul' tabirinin bir yorumu olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Sufiler dini hayatı rıza ve ilahi muhabbete dayandırınca, kendilerini 'gönüllü giden' anlamında 'gelin' diye görmüşlerdir.
Bununla birlikte şeb-i arus'un kökenini bulmak için açıklamamız yeterli değildir. Çünkü tasavvufu meşru kılan şey sünnete ittiba ve Hz. Peygamber'e 'teessi' ise şeb-i arus'un da bundan payını alması gerekir. Ölüm Hz. Peygamberin sözlerinde 'ağız tadını' kaçıran olarak betimlenir: hakikati düşünerek dünyevi hazlar ve nefsin arzularını kesen bir olgu olarak yerleşir hayatımıza ölüm! Bununla birlikte Hz. Peygamber'in sözlerinde korkunun (havf) perdelediği derin bir umut ve rıza hali gözlenir. 'Benim Rabbim ile bir vaktim vardır ki hiç kimse ona muttali olamaz' bu hali anlatan hadislerden biridir. Allah ile olan bu hal veya ilişki, kendisini ölüm vaktinde izhar ederken korku yerini 'dosta gitmek' neşesine bırakır: Hz. Peygamber kendi ölümünü 'Refik-i a'la'ya varmak' olarak niteledi. Bu durumda ölüme böyle bakabilmek "özel" bir sünneti ihya anlamı kazanarak ideal Müslümanlığın ölçütü sayıldı. Burada bir zorunluluk, dini bir yükümlülük yok; sıradan insanlar için ölüm hala korkutucu! Çünkü insan kendisini fer' saymadıkça, asla dair hasretini anlamayacak, ölüme 'şeb-i arus' diyemeyecektir. Binaenaleyh yedi asırlık mirasın etkisiyle şeb-i arûs'a dönüşecek tabir, gerçekliğini ve dini meşruiyetini 'Refik-i a'la'ya gitmek' tabirinden alarak sünnete bağlanır. Hz. Peygamber ölüme böyle bakmasaydı, Mevlana'nın tabiri bir şair tahayyülü olarak kalır, iyimser bir varlık anlayışını aşamazdı.