Hayvanat bahçesindeki dişi aslanlardan birisi doğum yaparken ölmüş. Bakıcılar bebek aslanı ne yapalım diye konuşurlarken aynı gün doğan maymun yavrularının arasına katmaya karar vermişler. Böylece aslan yavrusu hem anne maymunların terbiyesinde kalır hem onların yavrularıyla büyür diye düşünmüşler. Yavru aslan maymun yavruları gibi süt, muz ve çerezle beslenerek büyümeye başlamış. Bebeklik döneminde pek bir sorun olmamış haddi zatında! Bakıcılar verdikleri kararın isabetinin haklı gururunu yaşıyor, akıllarını övüyor, böbürlenip duruyorlarmış: bir aslanı maymun yapabilmek maharete işaret eder zaten. Aslan kendini bir maymun gibi hissediyor, maymun annelerini anne biliyor, onlar gibi şebeklikle sempati topluyordu. Gel zaman git zaman, aslan büyümüş, delikanlılık çağına ermiş! Sesinin farklılığını hissetmesi bunalıma düşmesine yol açmıştı. 'Ben kimim, niye ötekilerden sesim farklı çıkıyor' sorusu kafasını kurcalamaya başlamıştı bile. Maymunların zayıf ve cılız sesleri karşısında aslanın kükreyişi hayvanat bahçesini titretiyordu; anne maymunlar kadar kardeşleri de ondan ürkmeye başlamış, genç aslan bir anda yalnızlaşmıştı! Bir süre sonra bu kez maymunlara verilen yemek ve içecekler yeterli gelmemeye başlamış aslana! Bu yalnızlık ve açlık süresinde kendini iyice tanımış, aslan olduğunu fark etmişti. Bir keresinde kendini tutamamış ve avazı çıktığı kadar 'ben bir aslanım, et istiyorum" diye bağırmaya başlamış. Maymunlar ve öteki hayvanlar bir köşeye kaçışırken hayvanat bahçesinin kaşarlanmış bakıcıları oralı bile olmamış! Aslan kükrüyor, feryat ediyor, maymunlar kaçışıyor, fakat bakıcılar ilgilenmiyordu. Bir süre sonra aslanı susturmak gerekti. Aslan her bağırdıkça bakıcılar sopalarla başına vurarak şöyle demeye başlamış: "Kes sesini! Sen bir maymunsun ve maymun kadrosundan burada bulunuyorsun! Ne verilirse onu yiyeceksin" Lakin aslan bu ya! Ne kadar dayak yese bir daha maymun olmayı kabul etmemiş. Başına darbeler indikçe, aslan olduğuna olan inancı artarak feryadını sürdürmüş: 'Ben bir aslanım!" Onlar istediğini vermemiş, fakat aslan da hayvanat bahçesinde huzur bırakmamış.
TÜRKİYE VE DÜNYA SİSTEMİ! HEDEF KÜÇÜLTEREK VARLIĞINI GİZLEMEK
Birinci dünya savaşı ve ikinci dünya savaşının ardından dünya sisteminde Türkiye'ye tarihi ve kültürel mirasıyla orantısız bir yer reva görüldü: bir cihan devleti her bakımdan küçültülerek sisteme entegre edildi. Mesele topraklarının elinden alınmasından ibaret değildi; hayalleri, düşünceleri ve her şeyden önce iddiaları hafızasından silindi. Türkiye bir dünya devleti olarak sistem içinde var olmak yerine, dahili sorunlarıyla boğuşan, çevresinden habersiz, hepsinden fenası yeryüzündeki ehemmiyetini 'köprü" ülke olmakta bulan ikinci sınıf devlet haline getirildi. Belki en alçaltıcı olanı da buydu: köprü ülke olmaktan heyecanlanabilmek! Ülkenin rakipleri ve hasımları kasıtlı olarak değiştirildi, daha doğrusu esas rakipler gizlenerek yerlerine zayıf rakipler ikame edildi. Osmanlı'nın son rakibi Rusya İmparatorluğu idi. Türkiye'ye ise "milli düşman" ve rakip olarak Yunanistan gösterildi. İstiklal harbimizin en kötü neticesi buydu: ülkenin yeryüzündeki iddiasının küçültülmesi!
Bizim için yüzyılın en moral bozucu savaşları çetelere yenildiğimiz Balkan savaşları idi. Büyük şairimiz Mehmet Akif'in Safahat'ının en dokunaklı şiirleri Balkan savaşlarındaki dramı anlatır. Bu savaş bizi büyük devlet olmaktan uzaklaştırmıştı. Birinci dünya savaşıyla birlikte tekrar büyük devlet olduğumuzu hatırladık. Osmanlı bu savaşın ardından tarihten çekildi çekilmesine fakat Sezai Karakoç'un ifadesiyle doğduğu gibi 'muhteşem bir güneş' olarak batma imkanı buldu. İngilizlerle veya Fransızlarla savaşmak, hatta onları bazı cephelerde yenebilmek, eski günlerin uzakta olmadığını hatırlattı. Birinci dünya savaşında mağlup olduğumuzda bile aynı duygudaydık: "yedi düvel ile savaşan" bir millet olmanın ağırlığını hissettik omuzlarımızda. İstiklal savaşı üzerinden inşa edilen tarih anlayışına yöneltilen itirazın temelinde bu çelişki vardı: İtiraz edilen şey, büyük devletler arasından uzaklaşarak "küçültülmüş' bir devlet olarak sisteme entegre edilmemizdi. Bir İngiliz diplomat birinci dünya savaşındaki mağlubiyetin ardından Türklerin psikolojisini tahlil ederken şöyle der: 'Türkler savaşın sonunda başlarını kaldırıp kendilerini yenenin Britanya İmparatorluğu olduğunu fark edince rahat nefes aldılar.' Bu cümle esas itibarıyla doğrudur; zira birinci dünya savaşıyla Türkler büyük devletler arasına katılmış, büyük devletlere yenilmiş, Balkan hezimetinin yıkıcı tesirleri bu savaş ile hafızalardan silinebilmişti. Bu psikoloji Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürdü. Cumhuriyet Türkiye'sinde Çanakkale savaşlarının Sakarya savaşı veya Dumlupınar savaşı gibi İstiklal harbinin cephelerine göre daha görkemle hatırlanmasının başka bir izahı yoktur. Birincisinde Türkler dünyanın büyük devletleriyle savaşan zayıf fakat 'büyük' bir devletin sahibiyken ikincisinde "kukla" bir devleti yenmek onları tatmin etmedi.
Türkiye'nin günümüzde yaşadığı sorunlar, tarih ve mirasın icbar ettiği kimliğe dönmenin sancılarıdır. Bu itibarla dünya sistemiyle yaşanan sorunlar ve krizler hikayede anlatılan aslanın krizine benziyor. Aslan ağır şartlar altında kendisine dayatılan ve onun da çaresiz kabul ettiği kadroda kalmayı reddediyor, ısrarla ve inatla hak arıyor. O bir aslan olarak tanınmak istiyor ve maymun olarak kalmak istemiyor. Hakkını alabilecek mi alamayacak mı? Bunu bilmiyoruz. Fakat şu kesin: Kendisine dayatılan maymun kadrosunda kalmaya razı olursa aslan ölür!