Umberto Eco ünlü romanı Gülün Adı'nda bilgi-insan ve iktidar ilişkisi üzerinden ortaçağın dünya görüşünü tahlil eder. Kutsal bilgiyi elinde tutan Kilise'nin egemen olduğu bir toplumda insanlar seçkinler ve sıradan insanlar diye ayrılarak bilgi özel kabiliyetlilerce elde edilen bir ayrıcalık ve güç sayılır. Bu güç sahiplerine toplum hayatında tartışılmaz bir imtiyaz kazandırırken öteki insanların bilgiyle sınırlı ve 'pratik amaçlı' bir ilişki kurması talep edilir. Sınırı aşmak bilgiye olduğu gibi onu aşana ve topluma zarar verir. Eco, Aristoteles'in mizahla ilgili kitabının okunmasının yol açabileceği yozlaşma ve bunun dini hayattaki yansımalarını engellemek isteyen din adamlarının karıştığı cinayetleri araştırırken bu dünyayı gözlerimizin önüne serer. Hiç kuşkusuz kitabın ana fikri sadece Hristiyan dünyaya mahsus değildir; Doğu'dan Batı'ya bütün toplumları ve kültürleri ilgilendiren bir düşüncedir.
İmam Gazali'nin eserlerinden birisinin adı İlcamü'l-avam an-ilmi'l-kelam'dır! 'Sıradan insanların kelam ilminden uzak tutmak' anlamına gelen ifade, kelam ilminin belirli sayıda insanca öğrenilebileceğini savunur. 'Her şehre bir kelamcı yeter' bu konudaki tartışmaları özetleyen cümlelerden birisi olarak literatürdeki yerini almıştır. Ehli olmayanlara kelamla ilgilenmek fayda vermeyeceği gibi onların saf akidelerini bozarak altından kalkamayacakları yükün altına girmelerine yol açar. Sıradan insan mutlak teslimiyete dayalı 'kocakarı' imanının güvenli ortamında yaşayarak nazari tartışmaların kuşkulu dünyasına yüz çevirmelidir. Din ilimleri arasında tasavvuf bu tartışmalardan nasibini ve eleştirisini fazlasıyla almış, erken dönemden itibaren sufiler 'sırları ifşa' etmekle suçlanmıştı. Bu suçlama bazen dışarıdan olsa bile çoğunlukla bizzat sufilerden gelmiştir. Sufilerin bir kısmı Hallac-ı Mansur'u 'sırrı ifşa etmek'le itham etmiştir: sırrı ifşa eden idam edilir!
Bu bakış açısının haklı yönlerinin olduğu vakıadır: Herkesin bir işi vardır ve herkesin yeteneğiyle mütenasip işlerle ilgilenmesi toplumsal fayda ve bireysel mutluluk için zaruridir. Fakat günümüzde böyle bir bakış açısının artık işlevsiz olduğunu unutmamak gerekir. İnsanları bilgiye ulaşmaktan engellemek mümkün olmadığı gibi onları koruyabilecek meşru kurum da yoktur. Kim kimi neye karşı koruyacaktır?
İMTİYAZIN ORTADAN KALKTIĞI BİR DÜNYADA DİNİ BİLGİ
On altıncı asırdan itibaren Avrupa'dan başlamak üzere, bütün dünyada hayat başka bir istikamet aldı ve 'sıradan insanlar' seçkinlerin imtiyazlarına ortak oldu. Böyle bir dünyanın ortaya çıkmasına öncülük edenlerin başında bizzat İslam'ın geldiğini unutmamak gerekir. Yeni dünya insanları 'kabiliyet' esası üzerinden tasnif eden klasik felsefenin ürünü olamazdı. İslam'ın bilgi anlayışı işin başında herhangi bir ayrım öngörmeden herkesi kapsayarak bu ayrımı tezyif etmişti. Her insan onu Allah'a yaklaştıracak bilgiyi öğrenmelidir. Daha sonra bu bakış açısını güçlendiren 'orta kademe' ilimler yaygınlaşarak bilginin geniş kesimlere yayılmasına yol açtı. Fıkıh, Hadis ve kıssacılık/mevize anlatıcılığı gibi disiplinler bilginin geniş kesimlere ulaşmasını sağlarken bilginin insana sağladığı imtiyazı da belirli bir ölçüde taksim ediyordu. Herkes bu imtiyazdan nasip alabilirdi. Yeni İslam şehirlerinde bilgi ulaşabileceği en geniş sınırlara ulaşma imkanı buldu. Batinî hareketlerin güçlenmesiyle birlikte bilgi anlayışı kısmen değişse bile, bilginin geniş kesimlere yayılmasının önünde bir teorik ve kurumsal engel yoktu. Altıncı ve yedinci asırdan itibaren yaygınlaşan medreseler ve -medreselerle paralel bir şekilde şekillenen- tarikatlar bilginin ayrım gözetmeden geniş kesimlere ulaşmasına katkı sağlıyordu. Kurulan kütüphaneler, çoğaltılan kitaplar bilginin tek elde ve merkezde toplanmasını engelledi. Bu yönüyle İslam öteki dinlere göre ve bilhassa kadim felsefeye göre modern dünyaya daha yakındır.
Günümüzde bilhassa dini bilginin geniş kesimlere ulaşmasıyla ilgili benzer tartışmaların yapılıyor olması, sorunun nihai bir çözüme kavuşmadığını gösterir. Sıradan insanların dini tartışmalardan ve özellikle alimler arasındaki görüş ayrılıklarından korunmasını savunanlar, bunun nasıl mümkün olabileceğini söyleyemeseler bile, böyle tartışmaların yol açabileceği zararlardan söz ediyorlar. İletişim araçlarının yaygınlaştığı bir dünyada bilginin muhtemel zararlarından insanları sakınmayı savunmak muhali talep etmektir. Üstelik dini bilgiyi saklama işini kim ve hangi hakla yapacaktır? Diyanet mi, ilahiyat fakülteleri mi, başka bir kurum mu? Bu tartışmalara görünce, İslam'da farkında olmadan 'kilise' otoritesine benzer bir zümre talep edebiliyoruz.
Dini bilgiler ve tartışmalar gelecekte daha da yaygınlaşacak, insanlar geçmişte 'ulema' arasında kalmış bütün tartışmalara muttali olacaktır, bunu engellemenin bir yolu ve gereği yoktur. Her şeyden önce bu alanlarda dinin muhalifi olan düşüncelerin yaygınlığını unutmamak lazımdır. Ateizmle ilgili böyle yaygın bir literatür ortadayken Müslüman alimlerin Allah'ın varlığı ve başka bütün konulardaki görüşlerini anlatmak ve aktarmak asla yeterli değildir; geçmişteki görüşleri günümüzdeki bilgilerimiz ışığında daha çoğaltarak, güçlendirerek ve yeniden üretmemiz gerekir. Bunu dinin bütün meselelerinde ve alanlarında yapmak gerekir. Binaenaleyh dini bilgiyi saklamak bir yana, daha doğru, değerli ve öncelikli bilgilerin yaygınlaşmasının araçlarını bulmak lazımdır. Bununla birlikte insanların dini bilgiyi aktaranların üslubuyla ilgili eleştirilerine hak vermemek de mümkün değildir: Dini bilginin öteki bilgilerden farklarından birisi budur: dini bilgide bilgiyle amel ve ahlak arasında zorunlu sayılmasa bile bir iktiran ilişkisi beklenir.