Müslüman toplumlarda gözlemlenen ciddi sorunlardan birisi, insanların mesleki birikim ve tecrübelerini dini anlamak üzere bir imkan olarak görmek yerine, onları 'paranteze' alarak dinle ilişki kurmayı bir meziyet addetmeleridir. 'Meslek aklı' ile 'din aklı' diye iki akıldan söz edebileceğimiz bir ayrışma var ortada. 'Din ayrı-dünya ayrı' diyen sinsi bir 'laik' refleks toplumsal ve bireysel davranışlarımızı yönlendiriyor galiba. Vaziyeti şöyle özetlemek mümkün: Birileri 'dini anlamak için ümmi olmak lazım' demiş, Müslümanlar da ümmiliği mesleki birikimi ve tecrübeyi reddetmek diye anlamış! Çağımızda hiçbir dönemde görülmemiş ölçüde dindar sosyal bilimci, fen bilimci yetişmişken İslam dünyasının sorunlarını tahlil ederken sadece 'ilahiyat' dilini ve kavramlarını kullanıyor olmamız ortadaki sorunu göstermek için yeterlidir. En karmaşık sorunlar genel tasniflerle ele alınıyor, sebepleri farklı disiplinlerin bakış açısıyla tahlil edebilecek soğukkanlılığı göstermek yerine, basma-kalıp cevaplarla yetiniliyor, bir türlü çözülemeyen sorunlar nesilden nesle bir başarısızlık öyküsü olarak aktarılıyor.
Üniversitelerde iyi eğitim görmüş insanların dinleriyle ve toplumlarıyla ilişki kurarken mesleki birikimlerini yok saymaları, ahlaki bir konu ve sorumluluktan kaçıştır. Başarılı bir biyologla konuşurken kendisine Kuran-ı Kerim'de insanın yaratılışından söz eden ayetler hakkında ne düşündüğünü sorduğumda bana şöyle cevap vermişti: 'Bilim değişkenlik ilkesi üzerine kuruludur. Kuran-ı Kerim'i yorumlarken değişken bir şeyden hareket etmek doğru olmaz.' Bilimin değişkenliğinden kaynaklanan bu çekingenlik, dini düşünceyi duygusal bir fideizme dönüştürmüştür. Bu çekingenliğin neticesinde en eğitimli insanlar meselelere 'bilemeyiz' diye yaklaşınca, eğitimsizlerin durumu daha çaresiz hal almıştır.
Kuran-ı Kerim ilahi kitaptır, bundan kuşku duyularak Müslümanlık dairesinde kalınamaz. Fakat ilahi kitabın 'sübut' meselesi ile yorumu ayrı konulardır. Ayetler Allah'tan gelmiştir, onun yorumu ise din bilimlerini ortaya çıkartmış, öteki bilimlere de dolaylı katkılar sağlamıştır. Din bilimleri daha çok fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi doğrudan ibadet ve bireysel ahlakla ilgili bilimlerdir. Kuran-ı Kerim'de zikredilen öteki bahisler ise her zaman 'ikincil' konular olarak kalmış, zamanla çeşitli bilimler ve sanatlar ikincil alanı müslümanların hayatında daha etkin hale getirmeye çalışmıştır. Meselenin ayrıntısına girmeksizin yorum ve 'içtihat' meselesini hatırlamak gerekir: İçtihat insanın zihni çabasına verilen isimdir. İçtihadı varılması neredeyse imkansız bir bilgi seviyesine erenlerin hakkı olarak kabul edersek, Müslüman toplumlarda zihni gerilemeye yol açacağı kesindir. Günümüzde 'içtihadı' ayet ve hadislerde basitçe zikredilen taakkul, tefekkür, tedebbür gibi düşünmeye sevk eden zihni ve ahlaki faaliyetin genel ismi olarak kabul etmek faydalıdır. Her Müslüman bilgi ve kabiliyetine göre Allah'ın muradını anlamaya çalışır; bunun için sorması gereken soruları ilgili insanlara sorar, neyi okuması gerekirse onu okur vs. Ama hiçbir insan düşünme mesuliyetini başkasına havale edemez: düşünmek herkesin ahlaki görevidir. Nasların okunmasını-yorumlanmasını bu çerçevede düşünmek gerekir: Naslar insanın bilgi ve kabiliyetine göre yorumlanır. Bir yorum zamanla yanlışlanabileceği gibi daha doğru bir yoruma da yerini bırakabilir. Bunda bir sakınca olmadığı gibi yorum yapmak için korkulacak bir şey de yoktur. Çünkü yorum bir içtihattır ve iki şarta riayet ettikten sonra içtihatta yanılma bir 'sevap' sayılır: bu iki şart iyi niyet ve gerekli gayretin sarfıdır.
Bu nedenle her Müslümanın kendi mesleğinden ve tecrübesinden hareketle İslam ile sahih ve sahici bir ilişki kurması lazımdır; başkasının fark etmeyeceği bir hikmeti kişi fark edebilir, başkasının göremeyeceğini kendi hayatından bilebilir. Modern hukuk eğitimi almış insanların İslam hukukunun farklı bahislerinde söyleyebilecekleri çok şey olmalıdır. İslam hukuk mirasında geleneklerden neşet eden unsurlar ile dini olanın ayrıştırılmasında büyük katkıyı onlar sağlayabilir. Siyaset ve sosyal bilimler alanında çalışanların doğru bir İslam tarihinin yazımına büyük katkıları olabilir. Hiç kuşkusuz İslam tarihi ve toplumsal hayatının meseleleri bir ilahiyat sorunu olmaktan çıkalı uzun zaman oldu; aslında hiçbir zaman da salt ilahiyat meselesi değillerdi! Başına 'İslam' denilen her sorunu bir ilahiyat meselesi olarak görmek istiyoruz ve bu nedenle de İslam'ın yayılış tarihini doğru yazamadık. İslam'ın çevresindeki kültür ve bilimlerle ilişkisini ve bunun doğurduğu sorunları nesnel bir şekilde tespit edemedik. Geçmişi yazamadığımız için günümüzü de doğru anlayamıyor ve yönetemiyoruz. Basit bir örnek olarak şu meseleyi hatırlayabiliriz: Hz. Ali ile Muaviye arasındaki çatışmanın hangi siyasal ve sosyolojik nedenlerle kaynaklandığını dikkate almadan klasik kitaplardaki gibi ele alıyor, yaşadığımız bölünmelere çare üretemiyoruz.
Modern bilimlerde ihtisas sahibi dindarlar, İslami meselelere yönelirken mesleklerini 'mazeret' gibi beyan ediyor, din ile bilimleri arasında tarif edemedikleri bir ayrım farz ediyorlar. Üstelik sadece din ile de değil! İslam düşünce mirasıyla ilişki kurarken aynı sorunun ortaya çıkması daha anlaşılmaz bir tutumdur. Zihinde tevhidi ihlal eden ve onları mesleklerine karşı takiyeciliğe sevk eden bu tutum bir netice sağlamıyor. Müslümanlar bilime, düşünceye ve sanata yöneldikleri titizlik ve arzuyla dinle ilişki kurmak yerine 'yorgun' ve 'emekli' bir akılla dinle ilişki kurdukları sürece, sahicilik ve samimiyet meselesi çözülemeyecek, bu ilkeler ihlal edildiğinde ise bereket ortaya çıkmayacaktır. Hz. Peygamber buyurdu: 'Din samimiyettir.'