Arar idik Mevla'yı bulduk ise ne oldu
Ağlar idik dün ü gün güldük ise ne oldu?
Yunus Emre
Tabiri gnostisizm uzmanı Fransız akademisyen Emile Peuche Grek felsefesinin ardından gelişen mistik karakterli felsefeler için kullanmış, M. Abid el-Cabiri ise tasavvufu ele alırken onu 'akl-ı müstakîl' diye çevirmişti; yirmi yıl önce Cabiri'nin eserini tercüme ederken ifadeyi 'kayıtsız akıl' diye karşılamışız! Sanırım 'yorgun-işlevini yitiren' akıl tabiri bağlama daha münasip. Akılcı düşüncenin güçlü bir merak ve iştahla varlığı ve tabiatı araştırdığı evrenin ardından araştırmalara karşı bıkkınlık ve yorgunluk dönemi geldi. Bıkkınlık kısmen hakikati 'bulmuş' olmanın getirdiği itminandan kaynaklanmıştı. İnsanlar artık yorucu olmayan daha huzurlu bahislere yönelerek içe kapanmayı tercih etmiş, akıl sübjektif ve bireysel alana kapanarak dış dünyadan koptu. Hiç kuşkusuz Grek felsefesi ender görülen bir sıçramayla kapsamlı bir felsefe inşa etmiş, metafizik, sofist kuşkuculuğa karşı rüştünü ispatlamış, tarihin hiçbir döneminde aşılamayan büyük düşünceler ve filozoflar yetişmişti. Daha sonra gelişen felsefeler ise Grek felsefesinin eserlerine düşülen dipnotlar ve şerhler olmanın ötesine geçmemişti. Bu nedenle kurucu metinlerin inşa edildiği evreden sonraki akılcılık kendine 'açıklama' ve 'uzlaştırma' alanı dışında bir imkan bulamadı; artık akıl eskisi gibi merakla ve iştahla hakikat peşinde de koşmuyor, bulmuş olmanın getirdiği itminanla 'üstatları' açıklamakla yetiniyor, metinler arasındaki çelişkileri gidermekle merakını yeniyordu. Bu tabir üzerinden Grek felsefesi ile sonraki dönem ilişkisi kısaca böyle anlatılır.
İnsanların dinle ilişkilerini de bu minvalde düşünebilir miyiz? Din insana aklın büyük bir emekle peşinden koştuğu hakikati hiçbir emek olmadan vermişse, insanın arama talebi kesilmiş olmaz mı? Bir filozof için veya sanatçı veya bilim adamı için dinin verdiği hakikat ne ifade eder? İnsanı harekete geçiren şey hakikate karşı duyulan meraktır, bunda kuşku yok! Merak ettiğimiz şeyi elde etmiş değiliz fakat onun hakkında belli belirsiz bir duygu sahibiyizdir. Bir şeyi talep etmek mevcut hakkında yetersizlik ve tatminsizlik duymaya bağlıdır. 'Talep bulunmayana taalluk eder' der sufiler! Her durumda itminana kavuşmuş insanda merak duygusu kalmaz. Merak duygusundan yoksun kalan akıl ise ikincil meselelerle yönelir, hayatın daha 'güzel' ve yorucu olmayan alanlarına yönelterek ahenk ve 'huzur' ile yetinir.
Şimdi soru şudur: Acaba din gerçekten insana böyle bir 'itminan' duygusu veriyor mu, yoksa bu insanın kendi kuruntusu mudur? Öteden beri dine yöneltilen eleştirilerden birisi, dinin insanlara erken bir itminan duygusu verdiğidir. Eleştiriyi ciddiye almamak meseleyi kavramamak demektir. İnsanlar dinde bir şey bulur ve onu bulmakla mutmain olur, insan olmak itibarıyla merak ettiğimiz bütün sorulara dair merakı azalır: mebde ve mead hakkında kesin ve değişmez cevaba sahipsek neyi ve niçin merak edeceğiz? Böyle bir merak ne kadar sahici olabilir? Dinin en azından bir yorum düzeyinde neyi merak edeceğimiz sorusunun cevabı bellidir: Mebde ve mead bilgisinin iktiza ettiği davranışları aramakla ve yerine getirmekle yükümlüyüz. Merakımızı teksif edeceğimiz alan mebde ve meade (hayatın başı ve sonu) layık ameller ve ahlaktan öteye geçmemelidir. 'Faydasız ilim' böyle bir bağlamda ortaya çıkarak insanın kayıtsız merak duygusunu gereksiz ve neticesiz bir heves diye itham eder. Amellerimiz ve ahlaklanma için büyük felsefeleri ortaya çıkartan hırslı ve iştahlı merak duygusuna değil, mutedil bir ruh haline, haddimizi bildiğimizi gösterecek serinkanlılığa muhtacız. Hal böyleyse dine, en azından dindarların tasavvuruna yöneltilen eleştiriler haklı olabilir.
Hasan b. Sabit'in Müslüman olmazdan önceki ve sonraki şiirleri mukayese edildiğinde, önceki şiirlerinin sanat cihetiyle daha değerli olduğu bilinir. Merhum Said Havva şairde hakikati 'bulmuş' olmanın yol açabileceği gevşeme ihtimalini göz ardı etmeyerek, meselenin yeni şiir geleneğinin teşekkül etmemesinden kaynaklanabileceğini söyler.
İnsanların büyük kısmına dinin erken bir 'itminan' duygusu kazandırdığı kesin! Böyle bir itminanın neticesinde hakikati arama merakı yerini başka ilgilere bırakır. Ancak İslam'da nazari düşüncenin öncülüğünü yapanlar meseleyi başka bir şekilde ele alarak dinle birlikte merakımızı daha da tahkim eden bir durum olduğunu söylerler. Bize verilen hakikat sadece verilmiştir, o kadar! Henüz ona ulaşmış değiliz. Bize verili olandan kesin ve açık bir düşünce inşa edebilmemiz, büyük bir merak ve taleple yola çıkmaya bağlıdır. Bu gayretin iki yönü olacaktır: Birincisi gerçekten hakikati aramak için yola çıkacağız. İkincisi ise bulmuş veya bilmiş olma zannından kurtulmak için büyük bir dikkatle kendimizi hesaba çekmemiz gerekecek. Bu durumda alışkanlık ve adetlerden kurtulmak, zanlardan arınmak için sürekli bir çaba içinde olmakla insanın işi daha da güçleşir. Bu durumu anlatmak üzere felsefe tarihinde çok iyi bilinen mağara istiaresini kullanırsak, henüz biz mağaradayken hakikat bize söylendi. Hiç kimse hakikati mağaranın dışına çıkarak duymadı; hakikat mağaradakilere söylendi. Onlar sadece bir ses duydu ve o sesin verdiği bilgiye 'iman' ettiler. Henüz hakikati görmediler ve teyakkun etmediler. İman etmekle hakikat ile aramızda sadece bir bağ tesis edildi; bu bağ zan ve vehim üzerine bağıdır. Dinde böyle bir bağın karşılığı taklidi bağdır. Ne zaman ki mağaradan çıkma cesaretini gösteririz, adet ve alışkanlıkları aşarak hakikat ile yüzleşiriz. Zaman taklit tahkike, zan hakikate dönüşür. Bunun için ne lazım? Onu tam olarak bilemeyeceğiz. Fakat mağaradan çıkanların söylediğine göre, yıllarca süren arama-talep yolculuğu -yeter sebep olmasa bile- gerek sebeptir. Yeter sebep ise ilahi lütuftur.