Arama

Ekrem Demirli
Ağustos 27, 2017
Anadolu’da Dini Düşüncenin/Metafizik Serüveni: Kurucu Asırları Hatırlamak

İslam Anadolu'ya on üçüncü ve on dördüncü asırlarda yerleşti. Bu iki asırda üretilen değerler, teşkil eden kurumlar ve yetiştirilen ideal insan örneğiyle Anadolu 'Medine-i fazıla' haline gelerek sonraki asırlar için referans çerçevesi oldu. Söz konusu iki asrın doğru anlaşılması, günümüzü ve geleceğimizi yorumlamak bakımından hayati öneme sahiptir.

İslam'ın en önemli asırları, hiç kuşkusuz, müslümanların tarih sahnesine çıktığı yedinci ve sekizinci asırlardı. Bu asırlar vahiyden başka bilgi kabul etmeyen 'ümmi' cemaatin okur-yazar toplumlarla karşılaşmasıyla ortaya çıkan büyük meydan okumalar ve mücadele asırları olarak benzersizdir. Aslında her ne olduysa bu dönemde oldu ve öteki çağlar bu çağlara düşülmüş açıklamalardan ibaretti. Karizmatik önderler bu dönemde yetişti, mezhepler bu dönemde şekillendi, din üzerindeki en ciddi tartışmalar bu dönemde oldu, İslam büyük tehlikeleri bu dönemde göğüsleyerek varlığını tahkim etti. İslam geleneğinde 'selef' denildiğinde bu kurucu asırlara atıf yapılır. Sonraki asırlar selef otoritesinin etkisi altında şekillenmişti: sonradan ortaya çıkan hiçbir kişi veya mesele selef dönemindekiler kadar önemli olmamıştı. Bu asırlar vahyin bir Medine (şehir) inşa ettiği asr-ı saadetin tabii parçası olarak görülmüş, öteki asırlar için meşruiyet ölçüsü ise bu asra mutabakat sayılmıştı.

Hz. Peygamber'in dar-ı bekaya irtihalinin ardından İslam İran, Mısır, Suriye-Irak'a yerleşirken 'mağlup ettiği' topraklarda ciddi meydan okumalarla karşılaştı. Hristiyanlık, Zerdüştlük, Mısır inançları gibi güçlü ve köklü inançlar kadar felsefi bilimlerin meydan okuması ortaya çıktı. Fıkıh, hadis, kelam ve tasavvuf İslam'ın hayatın değişik alanlarda kök salma gayretinin ürünleriydi: kendi aralarındaki tartışmalara ve ihtilaflara rağmen hepsinin ortak yönü vahyi savunmaktı. Arapların pragmatik aklıyla İslam'ın evrensel ilkeleri realist bir siyaset anlayışını geliştirerek Doğu Akdeniz'i dünyanın merkezi haline getirdi.

İslam'ın bu evresi bilim ve düşüncede Gazali'yle birlikte yeni bir evreye ulaşır. Gazali'de temessül eden 'entelektüel' kriz meydan okumanın sürdüğünün –ve belki hiç bitmeyeceğinin- göstergesiydi. Gazali İslam'ı Grek mirası başta olmak üzere 'dışarıya' karşı savunagelen beş asırlık zihni gayretin en önemli ayağıydı. Gazali'nin yazdığı eserler beş asırlık serüvenin son halkasından başka bir şey değildi. Meselenin bu yönü nispeten bilinse bile, Gazali'yle birlikte önemli bir şey daha oldu: İslam dünyasında Şia-Sünnilik veya imamiyye ve cemaat eksenli bölünme bir daha çözülmeyecek şekilde kurumsallaştı. Gazali'den sonra gelen dönem İslam düşüncesinde 'imtizaç (memzuc)' devri olarak bilinir. Kelam fıkıh ve siyasetin katkılarıyla merkezden uzaklaştırdığı felsefeyi (metafizik) bir araç haline getirerek içine aldı. Bu sayede nazari düşünce güçlü bir dil ve üslup kazanarak 'umran ilmi' haline geldi. Bundan sonraki bütün asırlar, İslam düşüncesinin 'imtizaç' döneminin devamıdır.

Anadolu'da teşekkül eden düşünce hayatı bir yönüyle imtizaç devrinin devamıyken bir yönden ondan ayrışır. Onun devamıdır, çünkü Medine'den başlayan süreç Anadolu'ya kadar uzanarak bütünlük teşkil eder. Anadolu'da İslam düşünce ve hayatını inşa edenler, kendilerinden önce gelenlerle aynı duyarlılık, aynı maksada sahip insanlardı. Hiç kuşkusuz yedi asrın müşterek gayesi 'İslamlaştırma' idi. Müslümanların cihadın gayesi saydıkları 'i'la-i kelimetullah' yani Allah'ın sözünün yüceltilmesi alimlerin düsturuydu. Anadolu'daki düşüncenin farklı yönü ise vahiy ve tasavvufi tecrübe üzerinden yeni bir metafizik anlayışı inşa etmek çabasıydı. Grek felsefesinden beri süre gelen birlik ve çokluk sorunu Tanrı-âlem-insan irtibatı şeklinde formüle edilerek düşüncenin temel konusu haline geldi. İslam'da nazari düşüncenin temel sorunu olan vahiy ve akıl sorunu yeniden ele alındı; insan kabiliyetlerinin geliştirilmesi, insanın ahlaki yetkinliğe ulaşarak bilfiil insan hale gelmesi metafiziğin maksadı olarak görüldü. Bu metafiziğin kurucusu İbnü'l-Arabi ve Konevi olsa bile tezahürlerini Mevlana'da, Hacı Bektaş-ı Veli'de, Yunus Emre'de, Süleyman Çelebi'de görürüz. Vahyin bilgi kaynağı sayılması insan kabiliyetlerinin geliştirilmesini istilzam eder. İnsan zihnen ve ahlaken geliştiği ölçüde vahyi anlayabilir, vahyi anlayabildiği ölçüde ise kendini ve tabiatı tanıyabilir. Vahiy bir rahmet, rahmet ise yağmur olarak düşünülebilir. 'Rahmet yağmuru' topraktaki –insanda- tohumu yetiştirir, onun potansiyelini bilfiil hale getirerek kendisini tanımasını mümkün kılar. Yağmur yoksa hayattan söz edemeyiz. Bu itibarla Anadolu'da İslam'ın varlığını yağmur örneğiyle izah edebiliriz: İslam bir yağmur gibi geldi ve ölmüş toprağa hayat vererek yeni bir şehir ve cemiyet kurdu. Anadolu'yu 'Medine-i fazıla' haline getiren şey, vahiy ekseninde şekillenen ve insanın zihni ve ahlaki gelişimini en önemli gaye edinen bu metafizik anlayıştı.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN