Uzun senelerdir 'Kutlu Doğum Haftası' adıyla yâd edilen Hz. Peygamber'in viladeti veya Mevlid-i Nebi artık eski adıyla ve kamerî takvime göre kutlanacak. Diyanet İşleri Başkanlığı konuyla ilgili kararını geçen haftalarda kamuoyuna açıkladı. Hz. Peygamber'in doğumunu çeşitli merasimlerle yâd etmek erken dönemlere gider: bu törenlerin Şii-Fatimiler döneminde başladığı bilinmektedir. Türkiye'de 1980'li yılların sonlarına doğru Hz. Peygamber'in doğumunu bir geceyle "geçiştirmek" yerine , Hz. Peygamber'in ahlakının ve getirdiği vahyin çeşitli cihetlerinin tanıtılacağı bir irşat ve talim haftası olarak ihya etmeye karar verildi. Bu amaçla daha sonra 'kutlu doğum' adıyla Nisan içinde bir hafta belirlendi. Böyle bir tercihin anlaşılır nedenleri vardı: Kameri takvim sene içinde yer değiştirdiği için düzenli programlar için elverişli değildi. Bir gece yerine haftaya yayılan programlarda azami verim için sabit bir haftanın belirlenmesi daha gerçekçi görüldü. Bununla birlikte Mevlid'in 'kandil' kısmı kameri takvime göre kutlanmaya devam etti. Şimdilerde yeni bir düzenleme ihtiyacının ortaya çıkmasının gerekçelerinden birisi de iki mevlit kutlanıyormuş gibi bir algının ortaya çıkmış olmasıydı!
Geçen aylarda mesele tekrar gündeme geldi ve konuyla ilgili bazı tartışmalar yaşandı. Tartışmalarda dile gelen eleştiriler "kutlu doğum" adına ve takvimin miladi takvime göre sabitlenmesine yönelikti. Her halde hassas bir konunun kamuoyu önünde tartışılmasını doğru bulmayan siyasi irade de meselede inisiyatif alarak bir çözüm yolu buldu: kutlu doğum adı gitti ve hafta kameri takvime döndürüldü!
GEÇMİŞİN MUHASEBESİNİ DOĞRU YAPMAK!
Yeni kararın verimli neticelere ulaşabilmesi için geçmişteki uygulamanın doğru değerlendirilmesi gerekir. Hz. Peygamber'in mevlidinin "kutlu doğum" adı altında miladi bir haftada sabitlenmesinin veya Kameri takvime bağlanmasının konunun özüne taalluk eden bir yanı yok. Bunlar toplumsal maslahat ve fayda ilkesi dikkate alınarak her zaman düzenlenebilecek işlerdir. Bu nedenle konuyla ilgili yeni tartışmalar açmanın anlamı olmadığı kadar bu eleştirileri ilk başlatan kesimlerin de 'galibiyet' hissi yaşamasının anlamı yoktur. Dikkatimizi vermemiz gereken husus geçmiş kutlamaların doğru mütalaasını yapmak olmalıdır. Madem böyle bir değişikliğe gidildi, geçmiş uygulamanın eksik ve artılarını değerlendirerek gelecek için hayırlı neticelere varmanın yolunu bulmak gerekir.
"Kutlu doğum haftası" başlığıyla yapılan programlar, bilhassa son dönemlerde artan bir ivmeyle –ki burada Türkiye'de son yıllarda siyaset ve sosyal hayattaki köklü değişimin belirleyici rol oynadığı aşikardır- etkili bir faaliyete dönüştü. Kamu veya sivil alanda hemen herkes bir şeyler yaparak bu haftanın yoğun bir şekilde değerlendirilmesine katkı sağladı. Bu süreç içinde ölçünün kaçtığı durumlar olduğu kesindir. Yapılması gereken işlerden birisi 'sahada' faaliyeti icra eden başta Diyanet İşleri Başkanlığı personeli olmak üzere Milli Eğitim veya öteki kurumlardakilerin değerlendirmeleriyle bir hafıza oluşturmaktır. Sahadan toplanan verilerin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi, gelecekte daha doğru işlerin yapmanın yolunu açacaktır.
Bu faaliyetlerde en önemli sorunlardan birisi birbirinin benzeri kutlamaların yol açtığı yorgunluk ve bezginlikti. Her sene yeni bir şey yapabilmek ve yeni faaliyetlerle bir haftayı doldurmak için emek harcamak yetmez; toplumun farklı kesimleriyle iletişim kurabilecek yaratıcı düşüncelere ihtiyaç vardı. Bu süreç içinde bir haftayı özgün faaliyetlerle ihya etmek için gerekli donanımdan yoksunluk kendini hemen gösterdi. Programlar öyle bir hale dönüştü ki, bir senenin programı ile ötekini ayrıştırmak neredeyse imkansız hale geldi. Zaten yoğun programlara sahip öğretmenlerin ve din görevlilerinin iş yükünü daha artıran faaliyetlerde umulan faydanın hasıl olması zaten mümkün değildi. Şunu akılda tutmak gerekir: Türkiye'de Hz. Peygamber adına yapılabilecek hemen her faaliyet kendine ciddi bir 'müşteri' bulabilir. Bu coğrafyaya mahsus bir Müslümanlık anlayışından söz edeceksek, belirleyici amilin Hz. Peygamber muhabbeti olduğunu söyleyebiliriz. Binaenaleyh geçmiş senelerdeki programlara bakılınca, bu verimli zeminin bir ölçüde "istismar" edilerek işin duygu düzeyinde bırakıldığını söylemek mümkündür. Diyanet İşleri Başkanlığı son dönemlerde her sene için yeni konular belirleyerek sorunu aşmak istedi. Fakat o da, 'duygu merkezli' din anlayışını bir kademe dahi yukarı taşıma imkanı bulamadığımız ülkemizde soruna çare olmadı.
İkinci bir mesele ise Hz. Peygamber ile ilgili yapılan programların kuşatıcılığı sorunudur. Bu programlar toplumun farklı kesimlerinde tepki oluşturacak veya Hz. Peygamber telakkisinde bir bölünmeye yol açabilecek üslup ve içerikle yapılmamalıdır. Geçmişte bu konuda iyi sınav verilmedi; herkes aynı işi yapmaya kalkınca kaotik bir durum ortaya çıktı. Programların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından mümkün mertebe mütevazı imkanlarla yapılmasında fayda vardır; zaman ve para israfına yol açan programlar, gösterişli toplantılar mevlid-i şerifin ruhuyla bağdaşmadığını biliyoruz da sorunu çözmek için yapılması gerekeni yapmıyoruz.
Son bir mesele de Hz. Peygamber ve İslam hakkında -popüler yayınlara mukabil- entelektüel etkinliklere verilebilecek desteklerle ilgilidir. İyi belgesellerin hazırlanması, ciddi araştırmaların yapılması, nitelikli bilimsel toplantıların düzenlenmesi daha dikkate alınması gereken faaliyetler olmalıdır. Bunca tartışmanın gölgesinde, Türkiye'de birkaç çevirinin dışında Hz. Peygamber'in hayatıyla ilgili farklı kültür düzeylerine hitap edebilecek eserlerin yazılmamış olması işin başında olduğumuzun en açık delilidir.