Arama

Ekrem Demirli
Şubat 26, 2022
Allah’ın İnsandan Muradı: Allah İnsanı Niçin Yükümlü Kıldı?
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Allah'ın insandan neyi murat ettiğini az çok her dindar bilir. Ayet-i kerimede 'Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım' denilir. Yeryüzünde varoluşu ve yaratılış gayesi üzerinde düşünen her mümin bu ve benzeri ayet-i kerimelere atıf yaparak insan olmanın anlamını ve yeryüzünde bulunuşun gayesini konuşur. Allah'ın insandan talebi ayet-i kerimede belirtildiği üzere ibadet başlığı altında toplanabilecek bir takım emirler ve yasaklardan ibarettir. İbadet boyun eğmek, zelil düşmek ve değersiz olmak anlamındaki a-b-d kökünden gelen bir kelimedir. Bu itibarla insan - Allah ilişkisini anlayabileceğimiz en yaygın örnek, efendi ve köle ilişkisi kabul edilmiştir. Bu yönüyle Allah'ı efendi ve sahip olarak kabul ederek insanı O'nun karşısında bir köle gibi telakki etmek ibadet kelimesinin anlamı kabul edilmiştir. Hiç kuşkusuz bu benzerlik oldukça sınırlı ve bir çok noktada yanlış anlamalara elverişli bir anlatım olmanın ötesine geçemeyecektir. Fakat yine de dini literatür içinde bu benzerlik biraz fazla yorumlanmış, yerli yersiz bir çok kez bu benzerlik üzerinden kendisine atıflar yapılmıştır. Hiç kuşkusuz efendi karşısında kölenin Allah karşısında kula benzerliği sadece lafızdaki bir benzerliktir ve bunun ötesinde hiçbir anlam ve muhtevaya sahip değildir.

Tanrı'nın insandan talepleri 'teklif hükümleri' diye kabul edilen bir takım emir ve yasaklardan ibarettir. Bu meyanda söz konusu hükümler, evvelemirde, iman bahisleri olmak üzere, amel ve ahlak bahislerini teşkil ederler. Din denilince bir hadiste zikredildiği üzere iman, İslam ve ahlaki konulara atıf yapan ihsan meseleleri akla gelir. Cebrail'in Hz. Peygamber'e sorduğu, iman nedir, islam nedir ve ihsan nedir şeklindeki soruların ardından verilen cevaplar dini teşkil etmiştir. Hz. Peygamber bu açıklamaların ardından 'Bu gelen Cebrail'dir, size dini öğretmek üzere gelmiştir' demişti. Bu itibarla dinde belirli ölçüde bir sıralama da vardır: En asıl konu iman bahsidir, bunda tereddüt yoktur. İman olmaksızın öteki fiillerin anlamı olmayacağı gibi imanın insanın bir fiili olup olmadığı, Müslüman bilginler arasında tartışılmıştır. Sünni kanada göre iman, Allah'ın bir lütfu ve inayetiyken Mutezile kelamcıları imanı, insanın eylemi kabul ederek öteki amellerden birisi gibi görür. İmanın ardından ise ibadetler ile bireysel ve toplumsal alanda tezahür eden ahlaki davranışlar gelir. Bütün bunlar, Allah'a karşı kulluk amacıyla yerine getirildiği için dindarlığı teşkil eden eylemler olarak kabul edilir.

Peki, Allah bizden bunları niçin talep etmiştir? Dindar bir insanın böyle bir soruya birkaç şekilde cevap vermesi mümkündür: Bu meyanda birinci yaklaşım görece agnostik ve teslimiyetçi bir yaklaşımı temsil ederek böyle konuları tartışmamayı gerektiren yaklaşımdır. Bu yaklaşımı kabul eden insanlar 'muradı böyle' der ve geçerler, en azından meseleyi tartışmaya kapatırlar. Bu yaklaşımı bir yana bırakırsak ana akım yaklaşımın fayda ve maslahat fikrinde odaklandığını söylemek gerekir. Buna göre, Tanrı'nın insandan istedikleri dünya ve/veya ahirette insana dönen birtakım faydalar ve maslahatlar içerir. Doğrusu bu yaklaşım, kelam kitaplarında sıkça zikredilmiş olsa bile, Razi gibi kelamcılar bu yaklaşımın kendi içinde barındırdığı bir takım açmazları fark etmiş, meselenin bu şekilde ele alınmasının herkes için ikna edici olamayacağını belirtmişlerdir. Bu yaklaşım esas itibarıyla iki önermeden hareket eder: Birinci önerme 'Allah herhangi bir şeye veya kimseye muhtaç değildir.' Zorunlu varlık inancı bunu iktiza eder. Allah birine veya bir şeye muhtaç olsa idi İlah olmazdı. 'Bana ibadet etsinler diye yarattım' ve benzeri ifadeleri ihtiyaç anlamı taşıyabilecek şekilde yorumlanırsa o zaman bu durum ilk ve temel bilgimiz ile çelişir. Her mümin için Allah Gani'dir, Kadir-i Mutlak'tır ve her şeyin hakimi ve sahibidir. Öyleyse muhtaç bir Allah anlayışı, uluhiyetin kendisi ile çelişecek bir anlayış olacaktır. İbadetlerin insana dönük faydalarını tespit etmek bu hassasiyetten kaynaklanmıştır. İkinci ilke ise Allah'ın abes ile bir işinin olamayacağıdır. Bu ise Tanrı'nın hikmet sahibi ve alim olmasından kaynaklanır. Tanrı abes yaratmaz ve işlerinde herhangi bir anlamsızlık bulunmaz. Çünkü Allah'ın fiilleri, kendilerinden hareketle Allah'ı keşf edeceğimiz, O'nu farklı yönleriyle tanıyacağımız ayet ve işaretlerdir. Ortada bir 'sebep' ve hikmet yok ise biz ayetten yaratıcıya dönemeyiz ki? O zaman insanın yaratılması kadar onun sorumlu tutulmasının da hikmetli olması gerekir.

Buradan hikmet ile maslahat ve fayda arasında ilişki kurularak ibadetlerin faydası üzerinde durulmuştur. İbadetler dünyada veya ahirette -veya her ikisinde birden- insana ulaşan bir takım faydalar için konulmuş işlerdir, bunların Allah'a bir fayda sağlaması söz konusu bile değildir. Öte yandan amellerin niteliği olan 'salih' tabiri de bu anlayışı tahkim etmiş görünüyor. 'Amel-i salih' demek herhangi bir şekilde kendine veya başkasına fayda veren iradeli işler demektir. Böylece Müslüman düşünce, Allah'ın bizden taleplerini belirlerken fayda ve maslahat kavramından hareket etmiş, bu sorumluluğun bizim için ve bize dönen bir takım maslahatlar nedeniyle gerçekleştiğini iddia etmiştir. Fakat bu yaklaşım, kendi içinde ciddi sorunlar taşımış, Mutezile ve Sünni kelamı başta olmak üzere, kelamcılar arasında ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıkartmıştır. Öyle görünüyor ki günümüzde de Müslüman toplumun yeniden ele alması gereken temel bir mesele olarak durmaktadır.

Öyleyse defalarca sorulmuş bir soruyu bir daha sorarak sözümüzü bitirelim:

Sahi Allah, bizi niçin yükümlü kıldı ki?

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN