Alacaklılık duygusu ve dindarlık
Haklılık inancı neredeyse bedihi bir bilgi gibi doğuştan insana eşlik eder, daha sonra da gücünü ve etkisini hiç yitirmeden bütün ilişkilerde belirleyici bir saik haline gelir. İnsanın en basit gerekçelerle veya insani ilişkilerde bile kendinde alacaklılık duygusunun hissedebilmesinin nedeni içimizdeki bu derin haklılık inancıdır. Yine bu nedenle ne kadar mahviyet ve tevazu sahibi gözükürse gözüksün normal şartlarda kendini bir lütuf olarak telakki eder, sanki herkes bir şekilde ona borçluymuş gibi belirsiz bir duyguyla hareket eder, hakkının ödendiğini nadiren kabul ederken daha çok hakkı yenmiş bir mazlum gibi yaşar. Buna mukabil ise bazen aldırmayarak, bazen erteleyerek, bazen 'affederek' erdem yolunu tutar. Sufilerin 'affı terk etmek' dedikleri bu duyguya işaret eden bir şey olmalıdır: Bu sınırsız alacaklılık duygusu nereden geliyor ve bir insan neye istinaden başkasını affedebilecek konumda kendini buluyor?
İnsanın dinle ilişkisi de genellikle bu haklılık duygusu üzerinden kurulur, özel bir ahlak terbiyesinden geçmemiş bir çok dindar kendini kolaylıkla alacaklı hisseder, öte dünya inancı başta olmak üzere bir çok konuyu hak - alacaklılık ilişkisi üzerinden yorumlar. Dindarlar arasında en yaygın tutumlardan birisi kulların hakkı meselesine odaklanarak ahiret hayatını düşünmüş olmalarıdır. Gerçekte ahlakın en önemli kısmını da bu haklar teşkil eder, ortalama bir dindarın zihninde. Ahiret bir çok dindar için kulların birbiriyle hesaplaştığı bir yer, mazlumların haklarını aradıkları, zalimlerin borç ödedikleri, kısaca büyük bir ödeşme ve hesaplaşma günü gibi telakki edilir. O kadar ki Tanrı bile burada sadece bir hakim, kullar arasındaki ilişkilerde hüküm veren biri olarak bulunur. Nitekim günlük dilde Tanrı hakkında söylenen bazı deyimler aynı konuyu beyan eder: 'Allah'tan (CC) korkmak kuldan utanmak', Allah (CC) bakıyor - görüyor gibi tabirler sürekli kul haklarına karşı uyarı amacı taşır, kulların haklarını teminat altına almak için söylenir. Bu deyimlerin en tuhafı ise 'Allah (CC) neyle gelirsen gel de bana kul hakkıyla gelme dedi' şeklinde kaynağı meçhul fakat dindarları derinden etkilemiş sözdür. Sanki Allah'ın (CC) bile kulların hakkı konusunda yapabileceği bir şey yoktur! Şeriatın sürekli haklarla ilgili düşünülmesinin nedenlerinden birisi bu olmalıdır.
Böyle bir telakkiyi bütünüyle mesnetsiz görmek abartılı bir eleştiri olabilir. Hiç kuşkusuz dinde kullarla ilgili olduğunu düşünebileceğimiz haklardan, insanlara karşı sorumluluklardan, bireysel hayat kadar toplumsal hayata taalluk eden görevlerden söz edilir. O zaman 'kul hakları' üzerine kurulu dindarlığın naslarda belli bir ölçüde karşılığı olabilir. Öte yandan bu haklar arasında derecelenme de olabilir: Anne - baba hakları ile başlayarak dereceli bir şekilde bütün yaratıkların haklarından dolasıyla alacaklarından söz edebiliriz. Lakin naslarda zikredilen beyanların toplumsal hayat içerisinde abartıldığını, bir anlam kayması yaşandığını ve dikkatin başka noktalara çevrildiğini de söylemek gerekir. İlahi kitapta Allah'a hesap vermek, O'nun emir ve yasaklarına karşı sorumluluk üzerinden söylenen hususlar, insanlar arası ilişkilere, bir türlü bitmeyen ödeşmelere dönüşerek bir halk dindarlığı haline gelmiştir.
Ahiret yurdu söz konusu olunca, insan önce kendisini Allah'tan (CC) alacaklı sayar. Bu meyanda vaat ve vaid (Allah'ın (CC) cennet vaadi ve cehennem tehdidi) diye dini terminolojide karşılığını bulan Mutezile kaynaklı düşünceler, kulun ibadetleri karşılığında Allah'tan (CC) alacaklı olabileceğini beyan eden düşüncelerin sonucudur. İbadetler bir teşekkür, hatta yükümlülük değil, dünyevi bir iş gibi düşünülünce, bunun bir takım kazançlar sağlayacağı akla gelir. O zaman insan kendini yeryüzünde Allah'a (CC) çalışan bir işçi veya tüccar gibi kabul eder, yapıp ettiği sınırlı amelleri nedeniyle alacaklı olduğunu hesaba katar. Mutezile bilginleri insanın ibadetlerinin bir sonucu olması gerektiğini iddia ederek ahiret yurdunda ilahi iradenin sınırlı olduğunu düşünmüşlerdir; bazı kullar için cennet bir hak iken günahkarlar için de cehennem müstahaktır. Ehl-i sünnet ise vaat ve vaidi bir gereklilik ve 'zaruret' şeklinde düşünmese bile, daha yumuşak bir dille, bunu 'umar.'
Tasavvuf bilhassa birinci kısım, yani alacaklılık duygusu üzerine kurulu dindarlığı bir tür ticaret kabul ederek teşekkür - şükür merkezli bir dini hayata doğru ulaşmamız gerektiğini söyler. Bunun için de yapılması gereken şey bellidir: Haklılık ve alacaklılık duygusunun temel nedeni olan 'ben' saplantısından kurtularak, onu bir ihsan olarak düşünmek gerekir. Gerçekte insana verilen en büyük lütuf, nasibine düşen en büyük bizzat varlığının ta kendisidir. Kendisi lütuf olan bir şey lütuf verenden nasıl alacaklı olabilir ki?
Şair Bağdatlı Ruhi'nin söylediği gibiyiz:
Sanma ey Hâce ki senden zer ü sim isterler
Yevm-e la-yenfau'da kalb-i selim isterler
Dergah-ı fakre varıp dirliğin arz eyleme
Anda hergiz ne sipahi ne zaim isterler
Nimet-i zahire dilbeste olmuş gürsineler
Müzd nan pareye cennat-ı naim isterler
Kıble-i maaniyi fehm eylemeyen kecrevler
Sehv ile secde eder ecr-i azim isterler
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Kur'an-ı Kerim ile insan ikizdir ne demektir? (23.09.2022)
- Haklılık ve alacaklı olmak duygusu (21.09.2022)
- Emanet Telakkisi ve Cezalar (19.09.2022)
- Erdemli şehir olarak şeriat (15.09.2022)
- Kapılar ve köprüler: Genişlik ve rahmet anlamıyla şeriat (13.09.2022)
- Ömer Tuğrul Bey’i rahmetle anarken (04.09.2022)
- Sonsuz rahmete inanabilmek (26.08.2022)
- Ahlak ve evrensellik meselesi (19.08.2022)