Bir hafta önce Almanya'da yapılan seçimlerde İkinci Dünya Savaşından sonra ilk defa aşırı sağcı bir parti'nin % 12,6 oyla meclise üçüncü parti olarak girmesi hakkında çok yorum yapıldı. Alman medyasında bu noktada bir kaç argümanın ön plana çıktığını söyleyebiliriz.
Öncelikle ana akım siyaset ve medyanın Müslümanlar ve yabancılar hakkında inşa ettiği negatif söylemin üzerinde yükselen AfD'nin seçim başarısının göstere göstere geldiğini vurgulamamız gerekir. Buna rağmen bir çok yorumcu bu başarıyı beklenmedik bir durummuş gibi yorumlamayı tercih etti. Diğer taraftan böyle bir partinin Almanya gibi tarihi geçmişi olan bir ülkede bu kadar güçlü temsil edilecek olmasının büyük bir utanç kaynağı olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu utançtan olacak ki Alman medyasında kimi yorumcular AfD'nin bütün milletvekillerinin o kadar da ırkçı olmadığı gibi, kimileri ise AfD'nin mülteci meselesine verilmiş aşırı bir tepkiden ibaret geçici bir siyasi parti olduğu gibi absürt analizler yaptılar. Aslında bütün bu yorumcular olan biteni analiz etmekten ziyade olmasını istediklerini (wishful thinking) dile getirmekteydiler.
Bütün bu toz duman arasında CDU partisinden iç işleri bakanı Thomas de Maiziere'nin "Alman seçmenin tamamının sağa kaydığı ile ilgili tespiti" aslında Alman siyasetinde yaşanan depremin en sağlıklı analiziydi. Buna rağmen bu tespitin bütün resmi tam olarak yansıttığı söylenemez. Zira sadece Almanya'da değil aslında tüm Avrupa ve Batı siyasetinde sağa doğru bir kaymanın 11 Eylül sonrası dönemde tedricen yaşandığı ayan beyan ortadadır.
Bunu anlamak için sadece 11 Eylül sonrası dönemde Avrupa ülkelerinde aşırı sağ partilerin aldıkları oy oranlarına bakmak yeterli olacaktır. Fransa'da Le Pen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda % 33,9, Avusturya'da Norbert Hofer yine Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde % 49 oy oranlarına ulaşmış durumdadır. Diğer taraftan İsveç, Belçika, İsviçre, Macaristan, Polonya, Hollanda, İtalya gibi ülkelerde yapılan son kamuoyu yoklamaları aşırı sağ partilerin gelecekte yapılacak olan seçimlerde % 20 ve üzeri oy alacaklarını göstermektedir.
Aşırı sağ fikirleri çekinmeden savunarak Amerika'da iktidara gelen Trump'ı da hesaba kattığımızda batı siyasetinde yaşanan dönüşüm daha açık ve seçik bir hale gelmektedir. Dolayısıyla bütün bu resim bize Almanya'da yaşananın bazılarının inanmak istediği gibi bir yol kazası olmaktan ziyade batı siyasetinde ortaya çıkan yeni bir trend ile alakalı olduğunu göstermektedir. Bu yeni trendin esas belirleyeni İslamofobya ve islam düşmanlığından beslenerek her geçen gün büyüyen aşırı sağ hareketlerdir.
Soğuk savaş sonrası başlayan ve 11 Eylül sonrası hız kazanan İslam dünyasını baskı altına almak için islamı ve Müslümanları terörle ilişkilendirerek şeytanlaştıran batının dış politika gündemi bugün batı iç siyasetini de kasıp kavurmaktadır. Zira eskiden dışarıdaki düşman olan Müslümanlar bugün yaşanan işci göçleri ve mülteci akınları ile aynı zamanda içerideki düşman haline de gelmişlerdir.
Bu durumun bir sonucu olarak eskiden ifade edilmesi tabu olan ırkçı söylemler normalleşirken, aşırı sağın etrafında inşa edilmiş bariyerler birer yıkılıp nefret söylemleri siyaseti yön vermeye başlamıştır. Burada kritik olan nokta batı siyasetinin bu gidişatı okuyabilen ve bunu durdurmak için çaba harcayacak vizyoner liderler çıkarıp çıkaramayacağı sorusudur. Fakat ne yazık ki son onbeş yılda yaşadıklarımız batı ülkelerinin liderlerinin zor olanı yani akıntının yönünü çevirmekten ziyade kolay olanı yani akıntı ile sürüklenmeyi tercih ettiklerinin göstermektedir.