Peygamberimizin (a.s.) "Bir dağın yer değiştirdiğine inanın, bir insanın huy değiştirdiğine inanmayın. Çünkü o yine tabiatında olan şeye döner."1 buyurduğu malumdur.
Bir tarafta bu peygamber sözü, diğer tarafta ahlakımızı, yeri geldiğinde değiştirmeyi emreden ayet ve hadislerin nasıl anlaşılacağı meselesi İslam ahlakçılarını her zaman meşgul etmiştir. Dini kaynakların bir bütün olarak ele alınmasının önemini burada bir kez daha vurgulamak gerekir. Aksi halde sadece bu hadise dayanarak insanın ahlaki gelişim ve değişiminden ümit kesmek hiç de uzak bir ihtimal olmaz. Yukarıdaki hadis dışında özellikle eş seçimi konusunda soya dikkat edilmesini tavsiye eden hadisler de insanda değişmeyen bir ahlaki özün varlığını işaret eder gibidir. Burada karşımıza şu hayati ikilem çıkar: Ahlak değişmiyorsa ben ahlaki davranışlarımdan neden sorumluyum? Ahlak değişebiliyorsa bunu nasıl gerçekleştireceğim, kendimi düzeltmek için gereken motivasyonu nereden alacağım? Motivasyon konusunu bir sonraki yazıya bırakarak öncelikle ahlaki değişim ve dönüşümün imkânı üzerinde duralım.
Yukarıdaki hadisi şerifi ilk duyduğum andan itibaren içimde beni rahatsız eden sorular belirmeye başladı. Madem huylarımızı değiştiremeyecektik, o zaman neden Yüce Allah mesela kindarlık, cimrilik, iki yüzlülük, haset gibi huyları bırakmamızı emrediyor ve burada sıralamanın imkânsız olduğu sayısız ahlaki davranışı edinmemizi söylüyordu? Yoksa bunlar hadiste geçen "huy"dan farklı olarak huy aşamasına gelmemiş, dolayısıyla değiştirilmesi imkân dâhilinde davranışlar mıydı? İnsan doğuştan birtakım kötü huylarla dünyaya geliyor ve bunları değiştirmesi de mümkün olmuyorsa hidayet nasıl gerçekleşecekti? Madem insanlar ahlaken nasılsalar öyle kalmaya mahkûm idiler tasavvufi hayat neyi amaçlıyordu? Değiştirilmesi elimizde olmayan huylarımızdan ötürü neden hesap sorulacaktı? Bu sorulara cevap aradığım süreçte ilk bakışta insan ahlakının değişmezliği düşüncesini destekleyen "İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir. İslâm öncesi dönemde hayırlı olanlar, İslâm döneminde de İslâm'ı kavramak kaydıyla hayırlıdırlar. Ruhlar, askerî birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruhlar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler,"2 gibi hadisi şerifler de sorularıma yeni sorular ekledi. İç dünyamda bu çelişik duruma kendimce açıklamalar geliştirmeye çalıştım elbette. Fakat bizi âlimlerimizden ayıran en önemli farkların başında gelen kavramsallaştıramama problemi bir kez daha ortaya çıktı. Konuya billurlaşmamış düşüncelerin muğlak yapısı içinde bakmaya devam ederken Ahmed Hamdi Akseki merhumun "Ahlak Dersleri" kitabını okuyunca, maden bulmuş gibi sevindim. Zira o, insan ahlakını fıtrî (yaratılıştan gelen) ve kesbî (sonradan edinilen) olmak üzere ikiye ayırıyor ve yaratılıştan gelen karakter özelliklerimize dini hükümlerin terettüp etmeyeceğini, yani bunlardan sorumlu tutulamayacağımızı söylüyordu. Buna göre ana babaların çocuklarının yaratılış özellikleriyle savaşarak onların karakterlerini bozması ne büyük bir fecaatti. Yine pek çok eğitimcinin bir sınıf dolusu çocuktan sadece zihinsel değil, ahlaki olarak da aynı performansı beklemesi ne büyük bir haksızlıktı. Ayrıca yaratılıştan içinde hazır bulduğu ve vakti saati geldiğinde kendiliğinden uyanan öfke, şehvet, korku gibi duygularından dolayı gençleri sorumlu tutmak nasıl bir anlamsızlıktı? Fıtri duygularımızdan değil, müktesep davranışlarımızdan sorumluyduk oysa. Davranışların ahlaka dönüşmesi de tekrar yoluyla alışkanlık halini almalarından sonraydı. Yani bir kez hata yaptık diye "kötü" olmazdık. Ne zaman ki hatalar önemsiz, hatta doğru görülür, tekrarlanmak yoluyla kendiliğindenlik kazanır, otomatikleşirse işte o zaman o hata bizim ahlakımız haline gelirdi. Elbette bu nedenle daha işin başında dikkatli olmak, zihinsel olarak doğru yanlış ayırımını iyi yapmak ve iradeyi hep doğrudan yana kullanmaya özen göstermek, ayağımız kaydığında da yatıp kalacağımıza hemen toparlanmak gerekirdi.
Kendi ahlakımız hakkında bir kanaat oluşturmak, zayıf ve kuvvetli yönlerimizi tanımak ve kendimizi geliştirmek için fıtri-kesbi ayırımını dikkate almak gerektiği gibi başkalarını anlamak, onları eğitirken haddimizi/nerede duracağımızı, nerede ilerleyeceğimizi bilmek için de bu ayırımı her bir fert için tanımak olmazsa olmazdı. Misal, sakin bir mizaca tembellik; hareketli ve yüksek enerjili bir fıtrata da yaramazlık gibi olumsuz sıfatlar yakıştırmamak, ancak herkesin hem doğuştan getirdiği mizacını hem de sonradan ilerleyebileceği kapasitesini tanımakla başarılabilirdi. Akseki fıtri-kesbi ayırımı yapmakla kalmıyor, kesbi olan ahlakımızı da günlük adetlerden/adabı muaşeretten ayırmamız gerektiğini söylüyordu. Bu ayırımı yapabilmek için de ahlakın evrenselliğine adetlerinse yerelliğine dikkat çekiyordu.
Sonuç olarak ahlakın bir yapısal, bir de davranışsal boyutları vardır. İşte ahlakın sonradan değişip değişmeyeceği meselesi bu ayırımın üzerine oturur. Dinimiz bizden doğuştan getirdiğimiz yapısal özelliklerimizi değiştirmemizi istemediği gibi bizi onlardan sorumlu da tutmaz. Dinimize göre hiçbir fert yaratılışından gelen güçlerin fazla ya da eksik olmasından sorumlu değildir, ancak onlara uyarak yaptığı davranışlardan sorumludur. Ahlakın eğitim ve terbiyeyle değişmeyecek kısmı işte bu doğuştan getirdiğimiz özdür. Yukarıda alıntıladığımız Peygamber sözü ahlakın bu yönüne işaret eder. Bu vesileyle günümüzde fıtratı dikkate almayan ve "yeter ki iste, her şeyi başarabilirsin" diyen kişisel gelişimcilere de işaret etmeden geçmeyelim. "Kaderinizi kendiniz yazın" diyen çeşitli inançlarla kol kola vererek insanın değiştirilemez sınırlarını yok sayıyor ve ona hayaller satarak kendini gerçekten tanımasını ve yönünü ona göre çizmesini engelliyorlar. Bu düşüncelere kapılarak başarılı olmuş bir örneğe karşın, hayatı mahvolmuş binlercesi olduğunu gözlerden gizleyerek kitleleri çılgın bir haksız yarışa sokuyorlar. Aynı şekilde ana babalar da çocuklarının fıtri eğilimlerini ve kapasitesini dikkate almadan onları bu hayal tacirlerinin rehberliğine bırakıyorlar. Yüce Rabbimiz de "Allah'ın, kiminizi diğerlerinden daha üstün kıldığı (ve doğuştan gelen, çalışmakla elde edilemeyen birtakım meziyet ve) nimetleri boş bir kuruntuyla arzu etmeyin,"3 buyurarak yaratılıştan gelen farklılıkları kabul etmemizden başka sağlam bir yol olmadığını bize açıkça hatırlatıyor.
Dış etkenler ve alışkanlıklar yoluyla edindiğimiz "kazanılmış ahlak"a gelince, işte burası karakterimizin sorumlu olduğumuz ve üzerinde durduğumuz takdirde geliştirebileceğimiz kısmıdır. Çünkü bu ahlakın oluşumunda ve sürdürülmesinde bizim tercih ve seçimlerimizin çeşitli düzeylerde etkisi vardır. Peygamber Efendimizin ahlakı güzelleştirmekle ilgili pek çok tavsiyesi ahlakın bu değişebilen yönüne işaret eder. Ahlakın asla değişmeyeceğini iddia etmek, Yüce Allah'ın insanı yaptıklarından sorumlu tutmasını, ayrıca Peygamber ve Kitap göndermesini –haşa- anlamsız kılacağı gibi her boyutuyla eğitimin de boşuna olduğunu söylemek olur.
İleride göreceğimiz üzere İslam ahlakının anahtar kelimesi olan denge haline ulaşabilmemiz için öncelikle ahlakımızın değişmeyecek ve değişebilecek yönlerini tanımak gerekir. Böylece aşırıya giderek fıtratı bozmaya kalkmadan enerjimizi karakterimizin geliştirilebilecek yönlerine odaklayabiliriz. Bizden istenen yaratılışımızı değiştirmek değil, onu yükselterek sadece bize özel olan kemal noktasına erişebilmektir.
Fatma Bayram
1 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 45/491; Süyûtî, Camiu's-Sağîr, 1/1568
2 (Buhârî, Enbiyâ 2; Müslim, Birr 159, 160, Ebû Dâvûd, Edeb 16
3 Nisa 4/32