Arama

İsmail Güleç
Şubat 28, 2019
Öğretmenlerin performansı ölçülmeli mi?

Öğretmen performansını izleme konusu birkaç sene önce gündeme gelmiş, kısa bir süre uygulanmış ancak gelen tepkilerden sonra kaldırılmıştı. Ülkemizin önemli sorunlarıyla ilgili hazırlatttığı raporlarla tartışmalara katkıda bulunan SETA bu konuda da Barış Horzum ve Duygu Gür Erdoğan'a bir rapor hazırlatıp yayınladı. Öğretmen Gelişim Modeli Öğretmen Performansı Üzerine Değerlendirme.

Horzum ve Erdoğan hazırladıkları raporda konuyu enine boyuna irdeliyor, Doğu'dan ve Batı'dan seçtikleri sekiz ülkeden verilen örneklerle öğretmen yetiştirme ve atama sistemleri ile performans değerlendirme kriterlerini karşılaştırdıktan sonra da Türkiye için uygulanabilir bir model öneriyorlar.

Titiz ve yoğun bir gayretin semeresi olduğu her satırından anlaşılan raporu okurken aklıma takılanları sizinle paylaşmak isterim.

Raporda iki temel kavram öne çıkıyor. Öğretmen gelişimi ve öğretmen değerlendirmesi. Horzum ve Erdoğan, performans değerlendirmesini öğretmenin mesleki ve kişisel gelişimi için bir araç olarak görüp öğretmenin güçlü ve zayıf yanlarının belirlenerek zayıf yönlerin geliştirilmesine imkân sağlayan bir araç olarak düşünmekteler. Sorular ve sorunlar tam da bu noktada başlıyor. Tamam, performansı değerlendirelim, ama nasıl değerlendireceğiz, ölçütler neler olacak?

Barış ve Erdoğan bu soruya cevap vermeden önce dünyadan örnekler veriyorlar. Verilen örneklerde de görüldüğü üzere bu konuda ortak bir uygulama yok, hatta ABD'de eyaletler arasında bile birlik yok. Peki biz ne yapacağız? İçlerinden bize en uygun olanını mı alacağız yoksa hepsini karıştırıp yeni bir değerlendirme ölçütü mü geliştireceğiz? En doğrusu bizim dünyadaki tecrübelerden de istifade ederek basit ve uygulanabilir bir sistem geliştirmemiz.

Önce şu noktanın altını çizelim. Öğretmenlerin performansını değerlendirelim. Kabul, ama nasıl değerlendireceğiz?

Aslında kriterler üç aşağı beş yukarı belli. Ama en önemli husus öğretmenlerin de kabul edebileceği bir zeminde işe başlamamız gerektiği. Öğretmenleri ikna etmeden ve inandırmadan uygulamanın başarılı olması mümkün değil. Öğretmenleri ikna etmenin yolu da değerlendirmenin adil ve şeffaf olacağına inandırmakta geçiyor. Ülkemizde maalesef bu konuda hatırlamak istemeyeceğimiz tecrübeler var. Sisteme cemaatler, sendikalar, partilerin yerel yöneticileri karıştığı müddetçe bu sistemi yürütmek zor.

Adil olması dışında öğretmenleri endişelendiren iki konu daha var. Velilerin, öğrencilerin ve diğer öğretmenlerin değerlendirmeye katılması. Diğeri de değerlendirme sonucunda işlerini kaybetme korkusu. Her iki endişe de anlaşılabilir. Öğrenci ve velilerin değerlendirme dışı tutulması için duyulan kaygıları anlamakla birlikte hepten sistem dışında bırakılmasını da doğru bulmuyorum. Ben sınav ve ders geçme kaygısı taşımayan öğrencilerin öğretmenleri hakkındaki değerlendirmelerinin doğru olduğunu biliyorum. Öğrenciler işine geldiği için bazen sessiz kalsa da hangi öğretmenin iyi hangisinin yetersiz olduğunu çok iyi bilir ve anlarlar. Bundan hiç kuşkunuz olmasın.

Soruyu bir de tersten soralım. 20 bin kişilik kontenjan için bir milyon çocuk sınava giriyor. Sınava kimlerin gireceğine öğretmenler karar verse hem çocuklar hem de aileleri gereksiz yere kazanamayacakları bir sınava hazırlanarak para ve vakit kaybetmese desem öğretmenlerin bu kararına veliler güvenir mi? Ben güvenirim, bir çocuğun farklı yıllarda farklı derslerine girmiş üç veya beş öğretmenin vereceği kararın çok doğru olacağına inanırım. Ama toplum buna inanır mı?

Temel sorunumuz bence bu. Birbirimize güvenmemek. Öğretmen veliye ve öğrenciye, veli ve idareci öğretmene güvenmiyor ve kendi çıkarlarına veya beklentilerine ters bir karar verildiğinde suçu hemen karşısındakinde arıyor.

Değerlendirme performans kriterleri uzlaşılır ve uygulamada görülen aksaklıklar zamanla değiştirilerek sistem birkaç sene içinde oturur. Ama bundan önce halletmemiz gereken bir konu daha var. Öğretmenin hem kişisel hem de mesleki bakımdan hazırlanması, yetiştirilmesi. Çünkü değerlendirilecek ölçülerin büyük bir kısmı eğitim esnasında kazandırılıyor. O halde işe öğretmen yetiştirmeden başlamak gerekiyor.

Eğitim fakültelerindeki eğitimin kalitesi üniversiteden üniversiteye değişiyor ve maalesef arzu edilen düzeyde değil. Daha da garip olanı öğretmen yetiştiren fakültelere girişte ilk 240 bin şartı aranırken fen-edebiyat fakültelerinde öğretmen olmak isteyenlerde bu şartın aranmaması, başvuran herkesin formasyon alarak öğretmen olma hakkını kendinde görmesi. Türkçe öğretmeni olmak için 240 bin içinde olmak aranırken Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olmak için bu şartın aranmamasında sizce bir sorun yok mu? Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olmak çok basit ve önemsiz mi? Oysa sistem en zeki öğrencilerin öğretmen olacak şeklinde kurgulanmalı. Bu duruma bir çözüm bulunması gerekiyor.

Kendisi de üniversite mensubu olan bir bakanın döneminde formasyonların MEB tarafından verilmesinin konuşulması başka bir garabet. İşi azmış ve olan işlerini de çok güzel ve başarılı bir şekilde yapıyormuş gibi üniversitelerin asli işlerine el atmak ve sistemin dışına itmek eğitim profesörü olan bir bakana yakışmıyor.

Bunu söylerken verilen formasyon eğitiminin yeterli olduğunu iddia etmiyorum. Bilakis sıradan ve yetersiz olduğunu, mutlaka değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Verilen formasyon eğitimin planlanmasının MEB ile birlikte yapılması gerektiğini de söylüyorum. Ama çözüm eğitimi üniversitelerden alıp MEB'e vermek değil.

Öğretmen adayları iki defa staj yapmak durumunda. İlki formasyon esnasında ve YÖK'ü ilgilendiriyor. Diğeri atandıktan sonraki ilk yıllarında ve MEB'i ilgilendiriyor. Bu stajlar o kadar önemli ki sonradan karşılaşılan sorunların büyük bir kısmı bu stajların kâğıt üzerinde yapılıyor olmasından kaynaklanıyor. Stajda başarılı olmadığı için öğretmen olamayan birini hatırlıyor musun? Tekkeyi bekleyen çorbayı içiyor. Hiç şüphesiz işini ciddiye alıp stajı düzgün bir şekilde yapanlar var ama maalesef bunların sayısı diğerleri kadar değil.

Öğretmenler formasyondan mezun olurken ve atanırken sağlıklı ve adil bir şekilde değerlendirilse şu ankinden çok daha iyi bir noktada olacağımızı söyleyebilirim. Ciddi bir fakülte veya formasyon eğitimi alan bir öğretmen atandıktan sonraki beş yıl içinde takip edildikten sonra performans değerlendirmesine gerek kalmayacak bir noktaya geleceğinden kuşkum yok.

Üzerinde durmak istediğim bir diğer konu sadece öğretmenlerin değil, eğitimin bir parçası olan idarecilerin performanslarının da ölçülmesi gerektiğidir. Bir İl Milli Eğitim Müdürü veya bir okul müdürünün performansı neden ölçülmez? Oysa öğretmenlerden daha çok onların değerlendirilmeye ve ölçülmeye ihtiyaçları var.

Raporu hazırlayanların temel savı şu: Türkiye'de öğretmen performans değerlendirme sisteminde hesap verebilirlikten ziyade gelişim amaçlı izleme çabası gözetilmelidir. Bir nevi hayat boyu süren öğrencilik. Geçen yüzyıllarda birkaç asırda görülen değişim içinde bulunduğumuz zaman diliminde üç-beş senede gerçekleşiyor. Bu durum öğretmenleri de sürekli bir öğrenme gayretine sokuyor, sokmalı da. Ama bunlar olmasa bile bir öğretmen okumalı ve kendini geliştirmeli. Mezun olduktan sonra ders kitabı dışında veya ücretsiz dağıtılanlar dışında eline kitap almayan öğretmenlerin olduğu bir sistemde bunları yapmak hiç de kolay değil.

Raporla ilgili söyleyeceğim bir husus öğretmen adaylarında aranacak şartlar arasında fıtratların ve mizaçlarının üzerinde durulmaması. Müstakil bir yazı konusu olduğu için bu kadarla iktifa edeyim. Horzum ve Erdoğan'ı bu başarılı çalışmalarından dolayı tekrar tebrik ediyor, yapılacak düzenlemelerde bu ve bunun gibi raporlardan istifade edilmesini temenni ediyorum.

İsmail Güleç

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN