Cumhuriyet'in ilanından sonra, yeni kurulan devleti tahkim için eskiye ait ne var ise hayatın içinden çıkarılmaya çalışıldığını biliyoruz. Sanat, musiki ve edebiyat da çıkarılmak istenen ve haklarında menfi propaganda yapılan geleneklerimiz idi. Cumhuriyet, tüm kurumlarıyla iyice yerleşip monarşi tehlikesi hepten ortadan kalkınca menfi propaganda yerini öğrenme ve anlamaya bıraktı. 30-40 yıllık bir dönemin ardından meydana gelen eksiklik sonraki yıllarda tamamlanmaya çalışıldı ancak kemikleşmiş bazı kanaatleri yıkmak mümkün olmadı. Ezberlenmiş klişe cümleler, doğruluğuna bakılmaksızın maalesef bugün bile söylenmekte.
Osmanlı şiiri saray şiiri midir?
Klişe cümlelerden biri de Osmanlı şiirini ifade etmek için söylenen 'saray edebiyatı', 'yüksek zümre edebiyatı' isimlendirmeleri. Bunlar hep olumsuz kanaati beslemek için uydurulmuş isimlerdi. Divan Edebiyatı önerilen isimler içinde en makulü idi ve diğer isimleri unutturdu ancak Osmanlı şiirinin sarayda ve sadece yüksek zümreye mensup aileler arasında okunup yazılan, hayattan ve halktan kopuk olduğu algısını değiştiremedi. Bugün bile Osmanlı şiirinin hayattan kopuk, halkın anlamadığı bir dilde yazılan, anlaşılmaz kelimelerden oluşan, bize ait olmayan bir şiir olduğuna inanan birçok insan var.
Oysa Ali Nihat Tarlan ile başlayan ve bugün binlerle ifade edebileceğimiz miktara ulaşan Divan Edebiyatı araştırmaları, yerleşen algının ve iddiaların yani Osmanlı şiirinin sarayda yüksek zümre tarafından okunup söylenen halkın anlamadığı dilde yazılan bir edebiyat olmadığını gözler önüne seriyor. Bunun doğruluğunu anlamak için sadece hocam Atilla Şentürk'ün Osmanlı Şiiri Kılavuzu ve diğer kitaplarına bakmak bile kâfi. Yüzlerce araştırmacının yazdığı binlerce kitap ve makale, dogma haline gelmiş kalıplaşmış cümlelerle ifade edilen yargının gerçeklerle ilgisi olmadığını bize tüm açıklığıyla gösteriyor.
Hâl böyle iken bu haksız ve yalan itham neden devam ediyor, sorusu akla geliyor. Osmanlıca diye sanki bize ait olmayan yabancı bir dil olduğu algısının zihinlere iyice yerleşmesinin altında orta öğretim ders kitaplarında algıyı destekleyecek ifadelerin yer almasının da payı büyük. Ne demek istediğimi bir örnek ile açıklamaya çalışayım.
Hâli hazırda 10. sınıfta okutulan Türk Dili ve Edebiyatı dersinde okutulan bir kitapta Osmanlı Türkçesi şu şekilde tarif ediliyor:
Osmanlı Türkçesi, Batı Türkçesinin ikinci devri olup 15. Asrın sonlarından 20. Asrın başlarına kadar devam etmiş olan yazı dilidir. Osmanlı Türkçesine Arapça ve Farsça birçok kelime girmiş, tamlama ve dil bilgisi kuralı yerleşmiştir. Osmanlı Türkçesi nazım ve nazım bakımından ağır ve süslü bir dil manzarası sunmaktadır.
Düzeltmeye ilk cümleden başlamak gerekiyor sanırım. Osmanlı Türkçesi, Türkiye Türkçesinin gelişme sürecinde XIII. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına kadar devam eden yazı dilidir. 15 değil 13. asırla başlar ve Eski Anadolu Türkçesi diye adlandırılan dönem de Osmanlı Türkçesinin erken ve öncü dönemidir.
Açıklamada ikinci cümle kısmen doğru olmakla birlikte eksik. Eksik olan şey var olanın hüviyeti ve mahiyetiyle birlikte zihinde canlanmasını sağlayacak şekilde ifade edilmemesidir. Denildiği gibi Arapça-Farsça birçok kelime ve gramer kuralı dile girmiştir ancak Türkçeleşerek ve yeni anlam ve işlev kazanarak dilde varlığını sürdürdüğüne değinilmemiş. Yabancı dilden kelimelerin girmesi bir eksiklik veya zayıflık oluşturmuş gibi bir algıyı besleyecek kurulukta ifade edilmemesi gerekirdi. Dolayısıyla durumun şu şekilde ifadesi daha doğru olacaktır.
Osmanlı Türkçesinde, bir parçası veya mensubu olduğu İslâm medeniyetine ait birtakım kelime ve terkipler Türkçeleştirilerek ve yeni anlamlar kazanarak kullanılmış, birtakım kalıp cümleler ve kurallar da Türkçeye kazandırılmıştır.
Son cümlesi ise söyleyiş bakımından kusurlu anlam bakımından eksik ve yanlış. Bir dilin sanatkarların elinde işlenen şiirlerin bazılarını bakarak ağır ve süslü bir dil olarak bahsedilmesi bühtandan başka bir şey değildir. Burada ağır ve süslü bir dil ile yazılmayan binlerce örnek sunabilirim. Ağır ve süslü olarak tarif edilen metinler, tüm şiirler içinde çok küçük bir orana tekabül eder. Şiirlerin büyük bir kısmı sadece yazıldıkları dönem için değil bugün için bile oldukça sadedir ve anlaşılabilir. Şiirin anlaşılmaması bir başka yazının konusu olduğu için üzerinde durmayacağım ve birkaç örnek vereceğim.
Anlaşılmaz denilen şiirden mesela Fuzulî'nin meşhur gazelinin matlaı:
Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı?
Bir diğer mısraı;
Ağzına dirlerdi yok dediklerince var imiş
Veya Yakınî'nin;
Be dilber beni öldürdün sağ ol, elimden ne gelir
Bağrım kan ile doldurdun sağ ol elimden ne gelir
Veya Visâlî'nin;
Gözlerimdir güzelim gözünü cân ile seven
Göze göster gözünü gözden ırak olma iken
Ağlamaktan gözüne öyle ki kan oldu gözüm
Çıksa gözden göz ucundan ne acep göze iven
Şeyh Galip'ten
Vermedi bir kimseye Galip geçit
Kande çevirdiyse söz ırmağını
Hazret-i Monla'yı bilenler bilir
Bilmeyenin kim çeke kulağını
Ahmed Paşa'dan ;
Ahmed'in aybı güzeller sevmek ise gam değil
Yârsız kalır cihânda aybsız yâr isteyen
Taşlıcalı Yahya'nın şu beyti;
Âdemoğlu âleme üryân gelir üryân gider
Nâle vü efgân ile giryân gelir giryân gider
Burada binlerce örnek verebilirim. Dolayısıyla kitapta ifade edildiği gibi Osmanlı Türkçesi nazım ve nazım bakımından ağır ve süslü bir dil manzarası sunmaz. Ağır ve süslü metinler şiirin özü ve esası olmayıp istisnasıdır ve istisnalar asla kaide veya hüküm olarak verilmez.
O halde kitapta verilen bilgilerin tashih ederek yeniden yazalım:
Osmanlı Türkçesi, Türkiye Türkçesinin gelişme sürecinde XIII. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına kadar devam eden yazı dilidir. Osmanlı Türkçesinde, bir parçası veya mensubu olduğu İslâm medeniyetine ait birtakım kelime ve terkipler Türkçeleştirilerek ve yeni anlamlar kazanarak kullanılmış, birtakım kalıp cümleler ve kurallar da Türkçeye kazandırılmıştır. Yunus şiirleri ve Mevlid başta olmak üzere Osmanlı Türkçesi ile yazılmış metinlerin sözlük yardımıyla anlaşılması mümkündür.
Osmanlı şiirini öğretmekten geçtim, bari ne olduğunu öğretseler gam yemeyeceğim. Osmanlı Türkçesinin kitapta bu şekilde anlatılması, III. Selim'in, idam edildikten sonra sarığından veya cebinden çıktığı söylenen Nevres-i Kadîm'in "Kendi elimle kesip yâre verdiğim kalem hak etmediğim halde önce benim idam fermanımı yazdı" anlamına gelen;
Kendi elimle yâre kesip verdiğim kalem
Fetvâ-yı hûn-ı nâ-hakımı yazdı ibtidâ
Beytini hatırlatması ise bizim için işin en hazin tarafı.
İsmail Güleç