Değerli okuyucum.
Medine-i Münevvere'de başlanıp -birtakım engeller sebebiyle- Türkiye'de tamamlayabildiğimiz yazımızla ve mübarek topraklardan getirdiğimiz Ravza kokulu selamlarımızla yeniden birlikte olmamızı lûtfeden Allah'a hamd ü senâlar; Peygamberlerin sonuncusu Habîb-i Kibriyâ Muhammed Mustafâ'ya salât ve selâm olsun…
ONUN NURUYLA AYDINLANAN ŞEHİR…
Önceleri adı Yesrib idi… Nebiyy-i Muhterem (sav) Efendimizin hicretiyle "Medinetü'n-Nebi" oldu. Yani, Peygamberin Şehri…
"Şerefül-mekân bil-mekîn" sözü; bir yerin değerinin, orada yerleşen kişiyle ilgisi olduğunu ifade eder. Öyle bir "mekîn"e sahiptir ki Medine, bağrında misafir ettiği "Seyyidül-Evvelîn vel-Âhirîn" olan Hz. Nebi'nin nurundan nur aldığı için ona hep "Medinetül-Münevvere" denilmiş; hep bu vasfıyla anılmış ve yâd edilmiş…
Resul-i Ekrem (sav) Efendimizin hicretiyle birlikte, ashabı da onunla beraber bu şehre yerleşmişlerdi. Doğrusu, Mekke'ye nazaran nemli havasıyla, sahâbîlerin birçoğunun uyum sağlamakta zorlandığı bir beldeydi ilk başlarda… Ancak ümmetinin derdiyle dertlenen, ashâbının sıkıntısını yüreğinde hisseden Rahmet Peygamberi'nin duasıyla bu şehir, kuyularındaki suları tatlanan; havası güzelleşen ve toprağı gözlere de gönüllere de şifa bahşeden bir belde haline geldi. Artık şehir, varıp da hayran kalınan, serin kuyularından tatlı suların içildiği, hurma ağaçlarının altında gölgelenildiği, toprağının gözlerdeki hastalıklara şifa olduğu bir Belde-i Tayyibe ve bir Medine-i Tâhire oldu…
"KABRİMİ ZİYARET EDEN BENİ HAYATIMDA ZİYARET ETMİŞ GİBİDİR"
Hadis Külliyatında bir hadis-i şerif olarak kaydedilen bu müjdeli bilgi, asırdan asıra, nesilden nesile önemli bir teşvik unsuru olmuş; Kabr-i Şerif'in karşısına geçip salât ve selamlarını arz eden, kabriyle minberi arasında bir "Cennet Bahçesi" olarak nitelendirilen mahalde namazlar kılan milyonlarca müminin, Ravza-i Mutahhara'yı ziyaretine vesile teşkil etmiştir. Müslümanlar, haccını, umresini eda ettikten sonra veya bu ibadetler için Mekke-i Mükerreme'ye geçmeden önce mutlaka Hz. Peygamberin bu nâzenin şehrini ziyaret etmeyi hiçbir zaman ihmal etmemişlerdir.
RAVZA NE DEMEK?
Ravza-i Mutahhara olarak dillerde dolaşan ve Sevgili Peygamberimizin kabrini ve mescidini birlikte ihtiva eden bu terim, Peygamber Ailesi'ni, bizzat Allah Teâlâ'nın "arındırdığını, tertemiz kıldığı"nı bildirdiği ayet-i kerime ile ilintilidir (Bkz. Ahzâb suresi, 33.ayet). Gerçekte tek başına Ravza kelimesi, "görüntüsüyle gözleri hayran bırakan, kokusuyla da insanı mest eden çiçeklerin bir arada bulunduğu bahçe" anlamına gelmektedir. Herhalde Hz. Nebi'nin mescidi ve kabrinin yer aldığı bu müstesna makam için en güzel ve en münasip vasıf "Ravza" olurdu. Zira, daha içeri girmeden kapılardan dışarıya yansıyan o gül kokusu, o serin iklim ve zemindeki halılar, ötüşüp duran küçük kuşlar, size sanki bir bahçede olduğunuzu düşündürür…
Asırlardır, her bir mümin, Kabr-i Şerif'in karşısına geçerek önce kendi salât ü selâmlarını, sonra da kendisine emanet edilen selamları arz eder, Resûl-i Ekrem (sav) Efendimize, kemâl-i edeble…
Essalâtü vesselâmü aleyke Yâ Resûlallah
Essalâtü vesselâmü aleyke Yâ Habîballah
Essalâtü vesselâmü aleyke Yâ Seyyidel-Evvelîne vel-Âhirîn
Şimdi geliniz, yüzyıllar içinde milyonlarca müminin yerine getirdiği bu selamlama esnasında yaşanan sıradışı bir hadiseyi birlikte yâd edelim.
AHMED ER-RİFÂÎ'NİN MENKIBESİ
Baba tarafından soyu Hz. Hüseyin (ra) Efendimize ulaştığı için seyyid olduğu bilinen; yine annesi de Ebu Eyyub el-Ensari'nin neslinden olan Ahmed b. Ali –ki onu kaynaklar daha ziyade Ahmed er-Rifâî (rahmetullahi aleyh) olarak zikretmektedirler- 1160 tarihinde bazı yakınları ve müridleriyle birlikte hacca gitmişti.
Hac farizasını eda ettikten sonra Medine'ye doğru yola çıktı. Medine uzaktan görününce devesinden inip yürüyerek Ravza-i Mutahhara'ya girdi. Bu esnada, aralarında Hayyât b. Kays el-Harrânî ve Adiy b. Müsâfir gibi zatların da bulunduğu büyük bir topluluğun şahit oldukları şöyle bir olay gerçekleşti:
Ahmed er-Rifâî Hz.leri, Kabr-i Şerif'in önüne gelince "es-Selâmü aleyke yâ ceddî!" diyerek selâm verdi. Orada bulunanlar açık bir şekilde Resul-i Ekrem Efendimizin kabrinden, "Aleyke's-selâm yâ veledî!" ifadesiyle bu selâma karşılık verildiğini duydular. Bu büyük iltifata mazhar olan Ahmed er-Rifâî, cezbe hali yaşayarak dizleri üzerine çöktü ve şu beyitleri söyledi:
"Fî hâletil-bu'di, rûhî küntü ursiluhâ
Tukabbilul arda annî ve hiye nâibetî
ve hâzihî devletül-eşbâhi kad hadarat
Femdüd yemîneke, key tahzâ bihâ şefetî"
Demek istiyordu ki, Ahmed er-Rifâî Hz.leri, "Yâ Resûlallah! Uzakta iken benim yerime varıp toprağını öpsün diye sana ruhumu gönderiyordum. Şimdi bu devlet bedenime de nasip oldu. Ne olur! Uzatıver elini de onu şimdi dudağımla öpeyim."
Ahmed er-Rifâî Hz.leri, bu şiirini bitirir bitirmez, Sevgili Peygamberimizin kabrinden dışarıya nûrânî bir el uzanmış ve oradaki hâzirunun da şahitlik ettiği üzere, Ahmed er-Rifâî Hz.leri, bu eli öpmüştü…
Kaynaklara geçen ve pek çok müellif tarafından aktarılarak tevatür derecesinde bir bilgi niteliği kazanan menkıbe işte böyle…
Binlerce salât ve selâm, tahiyyât ü ikrâm, gül tenli ve gül kokulu Nebî'nin, ailesinin ve ashâbının üzerine olsun… Ahmed er-Rifâî Hz.leri gibi âlim, ârif bir sevgili Allah Dostu'na da rahmetler dileğiyle…