Bundan önceki iki yazıda "Kadın Cinayetleri" başlığı altında medyada yer alan haberlerin arka planını irdelemeye çalıştık. Geçen iki yazımızda hatırlayacağınız üzere, ülkemizde yaşanan kadınlara yönelik şiddet ve cinayetlerde rol oynayan faktörler üzerinde durmuş, sebep-sonuç ilişkileri bağlamında sağlıklı değerlendirme yapabilme adına yeterli ve doyurucu araştırmalara sahip olmadığımızı ifade etmiştik. Bu alanda yapılan çalışmalardan birinin ise rapor halinde yayınlanmış bulgularını yorumlamaya çalışmıştık. (Bkz. 26 ve 29 Ağustos 2019 Fikriyat/Yazarlar) Bugünkü yazımızda da konuya devam edeceğiz.
Doğrusu, bundan yaklaşık on yılı aşkın bir süre önce ülkemiz gündemine giren ve fakat bırakınız sade vatandaşı, o zamanki siyasilerin bile, ne getirip ne götürdüğü/götüreceği konusunda net bilgilere sahip olmadığı bir "sözleşme" ve bu sözleşmeye bağlı yürürlüğe giren kanunun, ülkemiz ve vatandaşları için bu kadar hayatî sonuçlar doğuracağını kimse tahmin edemezdi!..
Bugün yürürlükte olan 6284 no'lu "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun", aile içinde çıkan bir anlaşmazlık durumunda neleri âmirdir? diye bir soruyla karşılaşılsa bu sorunun cevabı maalesef şu maddelerden biri ya da birkaçı olabilmektedir:
Kadının beyanı esas olarak kabul edilmektedir. / Boşanma gerçekleşirse kadın tazminat almaktadır. / Kadına süresiz nafaka bağlanma hakkı tanınmaktadır. / Çocukların velayeti kadına verilmektedir. / Edinilmiş malların yarısı kadının olmaktadır. / Alınan tedbir kararı ile koca evden uzaklaştırılmaktadır. / Koca nafaka ödemez/ödeyemez ise hapse girmektedir.
Peki, kadına bu kadar pozitif ayrımcılık anlayışıyla yaklaşan kanun, erkeğe ve topluma huzur getirebildi mi?.. Geliniz, bu soruya son yıllarda yaşanan "kadına yönelik cinayetler"in sayılarıyla cevap bulmaya çalışalım. Bundan on yıl önce de zâlim ve canilerin şiddetine muhatap olan, saldırısına maruz kalarak hayatını kaybeden kadınlar vardı elbette… Sözgelimi 2008 yılında bu sayı 80 idi… Şimdi geliniz yılları ve hayatını kaybeden kadınların sayılarını izleyelim: 2009'da 109; 2010'da 180; 2011'de 121; 2012'de 201; 2013'te 237; 2014'te 294; 2015'te 303; 2016'da 328; 2017'de 409; 2018'de ise 440 kadın cinayetlerde hayatını kaybetmiştir. Açık ve net bir şekilde görünen odur ki, "İstanbul Sözleşmesi" de, çıkarılan kanun da, başka birtakım düzenlemeler de asla yaraya merhem olmamış, aksine ters bir etki göstermiştir diyebiliriz.
Durum böyle iken ilgili kanunun savunulacak bir tarafının olmadığı açıktır. Acaba hangi sâikler ve sebeplerle bu kanun bazı marjinal sivil toplum kuruluşları tarafından sahiplenilmekte ve savunulmaktadır? Bu savunma ve sahiplenme işinin tamamen ideolojik olduğunu geçen yazılarımızda vurgulamıştık. Bugün bir kez daha aynı görüşümüzü tekrarlayarak kanunun yürürlüğe girme süreci öncesinde yaşananları ve ardından ortaya sonuçları başka bir rapor vasıtasıyla ortaya koymak istiyoruz.
AİLEYİ KORUMA VE KADINA ŞİDDETİ ÖNLEMEYİ AMAÇLAYAN KANUNUN ASLI NEREYE DAYANIYOR?
Birleşmiş Milletler Teşkilatı 1999 yılında "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği" alanında yürüttüğü mücadeleler sonucunda bir kazanım olarak kabul ettiği ek bir protokolü daha gündeme almış ve bunu üye ülkelerin onayına sunmuştu. Kısaltılmış haliyle "CEDAW" olarak bilinen bu protokol, Convention on Elimination of All Forms of Discrimination Against Women başlığını taşımaktaydı. Adından anlaşılacağı üzere bu protokol, "Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi" idi…
Doğrusu, bir BM üyesi olan ve Avrupa Birliği üyeliği için pek çok tavizler veren ülkemiz için bu protokolü imzalaması beklenmekteydi. Nitekim öyle de oldu… Türkiye'nin bu protokolü imzalama tarihi, 8 Eylül 2000; onaylanma tarihi ise 30 Temmuz 2002'dir.
Türkiye, buna ilâveten 2011 yılının Mayıs ayında kısa adı "İstanbul Sözleşmesi" olan bir uluslararası sözleşmeyi daha hiçbir maddesine ne bir çekince ne değişiklik isteği şerhini koymadan imzalamıştır. İşte bu sözleşme, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilen "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun"un esasını teşkil etmiştir. Dolayısıyla, tamamı Hristiyan olan ülkelerin, kendi din, gelenek ve görenek açısından karşılaştıkları sorunları çözebilmek adına ve tüm dünyaya –dinî, sosyal ve kültürel farklılıkları göz ardı ederek- bir "ayar" vermek amacıyla gündeme getirdikleri, "toplumsal cinsiyet eşitliği" kavramına dayalı, ancak kadını, "eşit" konumundan çıkarıp erkekten üstün ve avantajlı hale getiren bu sözleşme ve kanun ülkemizin başına dert olmuştur. Durum bundan ibarettir…
BİR BAŞKA RAPOR VE ÖNEMLİ TESPİTLER
Kanunun tarihi geçmişi hakkında bu oldukça özet bilgilerden sonra, Kısa adı SEKAM olan Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Araştırmalar Merkezi adına Yrd. Doç. Dr. Mücahit Gültekin ve Uzm. Psk. Meryem Şahin tarafından gerçekleştirilen ve yine SEKAM tarafından rapor halinde yayınlanan "Türkiye'de ve Dünyada Kadına Şiddet" adıyla bir rapor halinde yayınlanan bir araştırmanın bulgularından bahsedeceğiz. Aşağıdaki alıntı SEKAM Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Burhanettin CAN tarafından kaleme alınan takdim yazısından alınmıştır. Dikkat çekici kısımların tarafımızdan altı çizilmiştir.
"Rapor sonuçlarına göre, Aile ortamının, evliliğin ve evin güvenilmez olduğu, şiddetin kaynağı olduğu şeklinde bir zihinsel alt yapı oluşturulmak istendiği ortaya çıkmaktadır. Şiddetin tüm risk faktörleri göz önüne alınmadan şiddetin tek nedeni olarak, "Toplumsal cinsiyet eşitsizliği" gösterilmekte, insanlar ve toplum yanıltılmaktadır. Veriler, yanlış yorumlanmakta ve değerlendirilmektedir. Kadın, "kadın olduğu için" şiddete maruz kaldığı şeklinde bir zihin inşa edilmeye çalışılmaktadır. Kadının hem kocasına hem de çocuğuna uyguladığı şiddet üzerinde hiç durulmamakta, bu olgu yok varsayılmaktadır. Kadına şiddeti cinsiyet temeli üzerinde açıklayan zihniyet, bu iki konuyu görmemezlikten gelmekte, cinsiyet faktörünü hiç göz önüne almamakta, söz konusu etmemektedir. Kadına şiddet amaçlı yapılmış saha araştırmalarında sorularla, muhataplar yönlendirilmektedir. Alınan cevaplardan feminist tezleri desteklemeyen sonuçlar, hiç değerlendirmeye alınmamaktadır.
Türkiye'de aileye ilişkin yapılan tüm araştırmalarda Batıya göre aile yapımızın daha iyi olduğu ve fakat çözülme istikametinde bir eğilim gösterdiği ifade edilmektedir. Kötüye gidişin ana sebebi olarak da bireysel, ailevi ve toplumsal değerlerde çözülme ve çürüme olması gösterilmektedir. Mevcut aile yapımız, Batıya göre daha iyi durumda iken ve Batıda Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine dayalı politikaların uygulanması ile ortaya çıkan tablo daha kötü iken, niçin ithal ürün olan, kendi kültür ve medeniyet değerlerimizle uyuşmayan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları uygulanmaktadır?"
Bizim de kanaatimiz odur ki, kötüye gidişin sebebi bireysel, ailevi ve toplumsal değerlerde çözülme ve çürümedir. Bunu durdurmak, batıdan ithal edilen sözleşme ve kanunlarla mümkün olmadı ve olmayacaktır. Ancak yaratılışın kodları, yani fıtratımızla uyumlu bir bakış açısıyla problemlerin çözümü mümkün olabilecektir. Kadın ve erkek birbirinin rakibi ve düşmanı değil, aynı özden yaratılan, birbirinin tamamlayıcısı ve desteğidir. İnsanın yetiştiği yuva onun ailesidir. Ve ailede eğitim bu sebeple son derece önemlidir. Zira aile aynı zamanda sağlam ve sağlıklı bir toplumun esasıdır, temel yapı taşıdır.
Huzurla kalınız efendim…