Bugünkü haberlerde İçişleri Bakanı'nın, mevcut adalet sisteminin verdiği karara isyanıyla ilgili ifadeler vardı. Şu anda hastanede tedavi altında bulunan annesiyle birlikte çekilen resminin altına, sosyal medyada insanlıktan nasibi olmayan bir kişinin yazdıklarından ötürü -bakan olsa da- bir evlat olarak çaresizliğini ve tarifsiz üzüntüsünü ortaya koyan ifadelerdi bunlar... Aslında meselenin dikkat çeken bir tarafı var. İster sade vatandaş olsun, ister bürokrat, ister gecesini gündüzüne katarak çalışan Süleyman SOYLU gibi bir bakan olsun, hiç fark etmeyen bir hakikat var ortada: Türkiye'de Adalet sistemi, özellikle aile hukuku ve anlaşmazlıklar hususunda verdiği pek çok kararlarla, insanlara adalet değil, haksızlık dağıtıyor; adaletin zıddı olan zulme rıza gösteriyor ve zalime yol veriyor. Üzülerek söyleyelim ki, tarafsız gözle bakan herkesin, bütün çıplaklığıyla ve netliğiyle görebileceği yalın bir hakikattir bu durum...
Toplumda adalet duygusunun kaybı, fertlerde bu duygunun vicdanları terk etmesi, modern çağın insanının en büyük mahrumiyetidir dersek abartmış olmayız. Çünkü bu sendrom, çalışma hayatında işçi-işveren ilişkilerinden tutun da, ticari hayattaki alış-veriş, alacaklı-borçlu münasebetlerine varıncaya kadar pek çok alanda kendini göstermeye başlamıştır. Fakat üzülerek ifade edelim ki, bu duygunun yitirilmesi an çok Aile kurumumuzu vurmuş, yaralamış ve yok etmeye başlamıştır diyebiliriz. Onbeş-yirmi yıl önce Batılı ülkelerin ilgi ve hayranlıklarını ifade ettikleri Aile yapımız, bugün artık maalesef üzerine ağıtlar yakacağımız ve karalar bağlayacağımız bir duruma gelmiştir. Meselenin bu hale gelmesinde pek çok faktör rol oynamıştır elbette; ama iki kurumun ve bu kurumlara bağlı kuruluşların sorumluluğu bunda başrol oynamaktadır. Bunlar hangi kurumdur derseniz, cevabımız sizin de bildiğiniz gibi, Adalet ve Medya olacaktır…
Her gün yazılı basında üçüncü sayfa haberleri olarak yürek yakan bir aile kavgasına, bir trajik ayrılık hikayesine, bir insanlık dışı işkence ya da cinayet haberlerine rastlıyoruz. Bazen de "filan suçla mahkemeye çıkan sanık adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı" şeklinde bir haberin yer aldığı bir haber mecrasının görsel kanalında, işledikleri iğrenç fiileri anlatarak aile hayatımızın kutsiyetini, mahremiyet duygumuzun varlığını yok eden ve silip süpüren programlara tesadüf ediyoruz. Adalet kurumu, aldığı kararlar, verdiği hükümlerle medyada "olumsuz" bir sıfatla yer alırken, Medya ise her bir haberi hiçbir mahremiyet ve kişilik hakları süzgecine tabi tutmadan gerek ele alış üslubu ve gerekse işlediği konularla adeta ailenin temellerini dinamitliyor. Böylece, toplumda yavaş yavaş artık "hicap duymayan", utanma duygusu hissetmeyen, haya denilen manevi ve deruni güzelliği kaybeden fertlerin sayısı gittikçe artıyor ve artık en küçük bir sorun, "polisi çağırarak" halledilmeye çalışılıyor vesselam…
Polis çağırmak, karakolda ifade süreci, mahkemeye başvuru, hakim karşısına çıkmak ve iki tarafı da memnun etmeyen kararlar, hükümler… Medyaya düşen haberler, programlara çıkan eşler, çocuklar, müdahil akrabalar… Günlerimiz, haftalarımız ve aylarımız bu kısır döngü ve kelimenin tam anlamıyla "fâsit dâire"de dönüp duruyor… Evet fasit daire, zira hiçbir iyi sonucun ortaya çıkmadığı ve çıkmayacağı fesat yani kötülük odağı…
Meseleye neden bu şekilde olumsuz ve neden bu kadar ümitsiz baktığımızın elbette bir sebebi var… Ülkemizde aile danışmanlık ve rehberlik hizmetleri alanında insanlara yol gösteren kişi, kurum ve kuruluşların, aile birliğinin, huzurun ve mutluluğun devamı içinde eşlere rehberlik etmesi, yaşanan problemleri, terapiler ve psikolojik desteklerle çözmesi kısacası aileyi ayakta tutma gibi önemli bir görevi bulunuyorken, maalesef durum bunun tersine işlemektedir. Zira boşanmanın getireceği, psiko-sosyolojik travmalar, ekonomik kayıplar ve daha birçok olumsuzluklar hiç gündeme getirilmeden, bir an önce bu işten kurtulmanın yollarından bahsedilmektedir. Hatta -aileleri ilgilendiren demeye dilim varmayan- bazı programlarda çoğunlukla kadınların yasal hakları dile getirilerek, "evlenerek yaptığı hatayı bir an önce terk edip boşanması" telkin edilmektedir. Maalesef bu tür programlar hiçbir zaman, aile kurumunun kutsiyetinden, eşlerin birbirlerine katlanarak bu dünya sıkıntılarını aşabileceklerinden, hayatın zorluklarla dolu olduğunu, herkesin mutlaka çözüm bekleyen birtakım sorunlarının bulunduğunu bilmemiz gerektiğinden söz eden programlar olmamıştır. Olacağını da sanmıyorum…
"İstanbul Sözleşmesi" adlı sıkıntı kaynağının, elimizi kolumuz bağladığı ve dertlerimize dertler eklediği şu ortamda, Aile ile ilgili -ismi gayet uzun- bakanlığımızdan fazla ümitvâr olamıyoruz. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı'ının Aile Danışma ve Rehberlik bürolarının (ADRB) aile yapımızı takviye, destek, sorunları belirleme çalışmaları ve çözme çabaları hususunda önemli bir faaliyet içinde olabileceğini söyleyebiliriz. Diyanet TV'de sadece bir yayın kuşağını bu alana ayırarak daha çok program ile bu önemli alan sahiplenilmeli ve insanlara el uzatılmalıdır. Zira biz aile yapımızın huzura ve mutluluğa kavuşmasında rol oynayacak en önemli faktörün "Meveddet" olduğuna ve bu kavram üzerinde çokça durmamızın gerekli olduğuna inanıyoruz. Meveddet ilahi kaynaklı "sevgi" demektir ve bu sevginin nasıl kazanılacağı, nasıl elde tutulacağı ve nasıl paylaşılacağı, İlahiyat ile alakalı bir konu olduğu için, Diyanet İşleri Başkanlığının bu alandaki çalışmaları ve sunacağı hizmetler son derece manidar olacaktır.
Gelecek yazımızda görüşmek üzere, sağlık ve huzur dileklerimle...