Türkiye, 20 Mart 2021 Cumartesi sabahına, aslında kamuoyunun uzun bir zamandan beridir beklediği bir haber ile uyandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla, "İstanbul Sözleşmesi" olarak bilinen metin feshedildi, böylece Türkiye bu sözleşmeden çekildi…
Geçen iki gün içinde medyada yazılıp çizilenler, düzenlenen açık oturumlarda konuşulanlar, sosyal medyada ve sanal mecralarda paylaşılan görüşler sayesinde siz kıymetli okuyucularımızca konuya dair yeterli bilgiye sahip olunmuştur kanaatindeyiz. Bu sebeple, sözleşmenin geçmişi ve detayları üzerinde tekrar durmak niyetinde değiliz. Asıl üzerinde durulması gereken şeyin, bundan sonraki süreçte "neler yapılması gerektiği" konusu olduğuna inanıyoruz.
Ancak önem arz ettiğini düşündüğümüz bir hususu ifade etmek isteriz. 2019 yılının Ağustos ve Eylül aylarında, ülkemizde insanlıktan nasibi olmayan bazı mahlukların işledikleri ve "Kadın Cinayetleri" olarak etiketlenen gazete haberleri üzerine bir kaç yazı kaleme almış, bu yazılarda hem İstanbul Sözleşmesi, hem de bu metnin asıl bağlı olduğu, kısaca CEDAW olarak bilinen Convention of Elimination of All Forms of Discrimination Against Women adlı bir protokole de değinmiştik. Ülkemizin, "Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi" adlı bu protokolü tâ 2002 yılında imzaladığından da yine aynı yazılarda söz etmiştik. (Bkz. Fikriyat, 26, 29 Ağustos; 4 Eylül 2019 tarihli yazılar)
Değindiğimiz hususlardan biri de 6284 no'lu "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun"un, 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girdiği konusu idi. İşte İstanbul Sözleşmesi feshedilmiş olsa da kadınların haklarını korumaya yönelik hükümler içeren bu kanun halen yürürlüktedir.
Feshedilen sözleşmeye gelince. Maalesef bu sözleşme 2011 yılında meclisteki tüm partilerce -hiçbir çekince, şerh konulmadan ve itiraz edilmeden- adeta kabulü mecburen gerçekleşen bir metin olarak Türkiye'nin hukuki yapısı içine dahil edildi. Ancak geçen süreçte bu sözleşmenin, tamamı Hıristiyan olan ülkelerin kendi din, gelenek ve görenekleri açısından karşılaştıkları sorunları çözebilmek adına ve tüm dünyaya –dinî, sosyal ve kültürel farklılıkları göz ardı ederek- bir "ayar" vermek amacıyla gündeme getirdikleri "toplumsal cinsiyet eşitliği" kavramına dayalı; ancak kadını, erkekle "eşit" konumundan çıkarıp adeta bir üst seviyeye yükselten, böylece "erkekten üstün" ve avantajlı hale getiren bir sözleşme olduğu ortaya çıktı.
Dahası, sözleşmedeki bazı kavramların, Türkiye'nin aile yapısını hedef alan, geçen zaman içinde toplum ve aile değerlerine uygun olmayan birtakım eylemlerin ve söylemlerin olduğu noktalara çekildiği de görüldü. Nitekim bu sözleşme gerekçe gösterilerek, sivil toplum kuruluşu görünümlü bazı odaklar tarafından hem "cinsiyetsizlik", hem de "kadın-erkek düşmanlığı", makul birer anlayış olarak görülmeye ve topluma dikte edilmeye başlandı... Nihayet son zamanlarda artık İstanbul Sözleşmesi, bazı sapkın düşünceleri taşıyan ve savunanlar gruplar tarafından kendilerine referans olarak kabul ettikleri bir hukuki metin olarak kullanılmaya başlandı vesselâm… 2011 yılında bazı batılı ülkelerin kabul etmedikleri, kiminin ise imzalayıp fakat yürürlüğe koymadıkları bu sözleşmenin, Türkiye'nin dinine, inanç değerlerine, gelenek ve göreneklerine uymayan ve asla uyum sağlayamayacak hükümlerinin yer aldığı bir metnin feshedilmesi kadar doğru bir şey olamazdı…
Dün Avrupa Birliğinden bazı isimlerin, bugün ABD Başkanının, konuya dair olumsuz görüşlerini, "beklenen" tepkiler olarak görmek gerek. Ülkemize gelecek olursak, birtakım siyasi ve sivil toplum kuruluşu görünümlü oluşumların; isimleri zikredilmeye değmeyen kötülük sözcüsü bazı gazetelerin ise zaten alınan kararı eleştirmemesi beklenemezdi. Ama açık ve net bir gerçek şudur ki, toplumun büyük bir kesimi, bahsi edilen sözleşmenin, kötü niyetlilerin elinde bir fırsat olduğuna; kötülüklerin artışına sebep teşkil ettiğine; ve bu metinden topluma asla bir fayda gelmeyeceğine dair kesinleşmiş bir inanca sahipti… Bu inancın görülmesi, takdir edilmesi ve gereğinin yapılması, toplumun sessiz ama büyük bir çoğunluk olan muhafazakar kesimini memnun etmiştir…
Asıl bundan sonra neler yapılmalıdır? Evet, artık devletin ve milletin; siyaset kurumu ve gerçek anlamda iyi şeyler düşünen ve iyi işler yapan sivil toplum kuruluşlarının, İstanbul Sözleşmesi'nin açtığı yaraları tedavi etmek ve sağaltmak için; sebep olduğu psikolojik ve sosyolojik travmaları rehabilite etmek için canla başla çalışma vakti gelmiştir. Hükümetin bu konudaki görüşlerini dile getiren AKPARTİ Genel Başkan Yardımcısı Fatma Betül SAYAN KAYA'dan, feshedilen sözleşme yerine, "Ankara Mutabakatı" adı verilen yeni bir sözleşmenin hazırlık aşamasında olduğu haberini aldık. Doğrusu, Türkiye'nin "Aile-erkil" bir yapıda olduğuna dikkat çeken Sayın Cumhurbaşkanımızın; inancımızın, gelenek ve göreneklerimizin bizim için yeterli olduğunu "çözüm dışarıda değil, özümüzde" söylemiyle dile getiren Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Fuat OKTAY'ın işaret ettiği üzere, sahip olduğumuz ve taşıdığımız değerler, İstanbul Sözleşmesi metniyle güya kadına verilmek istenen hak ve özgürlüklerden çok daha evrensel, çok daha kapsayıcı ve kuşatıcı niteliktedir… Ne çare ki, yeterince bilgiye sahip olmadığımız bu alanda, medya çok ustalıkla beyazı siyah gösterebiliyor, aldatıyor ve yanıltıyor maalesef…
ANKARA MUTABAKATINDA NELER OLMALIDIR?
Konuya dair söylenecek çok şey var. Ancak bunları bir başka yazıda müstakil olarak ele almanın daha doğru olacağına inanıyoruz. Şu kadar var ki, kaleme alınacak mutabakat metninde, asırlardır özümüzde taşıdığımız saygı ve sevgi hislerinin muhatabı olan kadını, batılı bir bakış açısıyla tanımlama yanlışından ve onu, hakkını aramaya ve vermeye çalıştığımız bir varlık olarak görme anlayışından vazgeçelim. Bilelim ki, Türkiye büyük çoğunluğu Müslüman olan insanların yaşadığı bir ülkedir ve bu topraklarda yaşayan insanların büyük çoğunluğu için kadın, muhterem annedir, kıymetli eştir, sevgili kızdır… Yine o, müşfik ninedir, hamiyetli haladır, muhabbetli teyzedir... Şefkatli abladır, değerli kız kardeştir, saygıdeğer yengedir ve aziz öğretmendir… Oğlumuzun hayat arkadaşı, eşi; sevinç getiren gelin kızımızdır… Kısacası, kadın bizim için "eşitlik" değil, "üstünlük" makamına layık gördüğümüz; sayılan ve sevilen, muhabbet ve ilgi duyulan, korunan ve sakınılan, kadr ü kıymeti bilinen saygın ve değerli bir varlıktır. Her ne kadar Sekülerizm ve Modernizm, bizi biz yapan değerlerden çok şeyi alıp götürmüş olsa da toplumda hala kadının bu "üstün mertebesi"nin, yaşayan bir değerimiz olduğunu söyleyebiliriz. Bu hakikati gözden uzak tutmamak ve bu değeri beslemek ve yaşatmak vazifesi yine bizimdir! Bu birinci husus…
"Batı'dan ithal sözleşme ve kanunlarla sorun çözülemez! Çözüm, ancak yaratılışın kodları yani insanın fıtratı ile uyumlu bir bakış açısına sahip olmakla mümkündür."
— Fikriyat (@fikriyatcom) March 22, 2021
Mehmet Emin Ay'ın kaleminden…https://t.co/YPATbBanfQ
İkinci olarak, tüm dünyada ve ülkemizde ahlakî ve değerlerin yitirilmesi anlamında bir kötüye gidiş olduğu inkar edilemez bir hakikat. Bunun sebebinin bireysel, ailevi ve toplumsal değerlerde çözülme ve çürüme olduğu kanaatindeyiz. Bunu durdurmak, onarmak ve düzeltmek, batıdan ithal edilen sözleşme ve kanunlarla mümkün olmadı ve olmayacaktır da… Diyeceğimiz şudur ki, çözüm, ancak yaratılışın kodları yani insanın fıtratı ile uyumlu bir bakış açısına sahip olmakla mümkündür. Kadın ve erkek, birbirinin rakibi ve düşmanı değil; aynı "öz"den yaratılan, birbirinin tamamlayıcısı ve desteğidir. İnsanı büyüten de yetiştiren de yuvasıdır ve ailesidir… Bu sebeple aile ve ailedeki eğitim son derece önemlidir. Zira aile aynı zamanda toplumun en sağlam ve en temel yapı taşıdır.
Sağlıklı ve huzur dolu bir hafta dileğiyle…
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay