Meşrepler ve mezhepler arası yakınlaşma
Köprü akımlar ve birleşen yollar!
Dostumuz Ali Rıza Akgün hem bir yakınmada bulunuyor hem de bir vakıayı özetliyor:" Müslümanlarda şuna şahit oldum: Tasavvufçuların çoğu, kendileri gibi düşünmeyen Selefiler yok olsun da, varsın da zalim despot yönetimler başta kalsın havasında." Aynı şekilde, "Selefilerin çoğu da tasavvuf erbabı yok olsun da, varsın zalim yönetimler ensemizde boza pişirsin yaklaşımını benimsiyor. Bütün İslam Dünyasında durum bu..." Elbette bu satırlar hakikati aksettiriyor. Bu satırların aksettirdiği hakikati birçok kişi de dillendirmekte ve seslendirmektedir. Evrak Şamiye/Şam Tomarları adlı eserinde Ahmet Rami eş Şuveyle ed Dımişki de aynı noktaya parmak basmaktadır. 'Şam Beyne Mitrakatü's Selefiyye ve Sindan es Sufiyye/Selefiye Çekici ile Tasavvuf Örsü Arasında Şam' başlıklı bölümünde Şam'ın imtihanının uzaması veya uzun sürmesini sadece rejimin varlığına değil aynı zamanda çekişmeli İslami meşreplerin de varlığına da bağlamaktadır. Bunlar enerjiyi boşa harcıyorlar. İslami kesimlerin çekişmesi rejimin işine yaramakta ve ömrünü uzatmaktadır. Sonuçta Ahmet Rami çözüm olarak tesellüf yani selefileşme ile, tasavvuf arasında köprü kurulmasını görmektedir. Çapraz çekişmeler ümmetin enerjisini ve takatını tüketmektedir. Bu nedenle de köprü akımlara ve anlayışlara ve zevata ihtiyaç vardır. Yakın tarihte ise köprü akımlar, meşrepler ve şahsiyetler olduğu gibi geçirmez, duvar akımlar, meşrepler ve şahsiyetler de vardır. Bunlar teorik ya da pratik olarak meşrep maslahatını ümmetin maslahatının üzerinde tutuyorlar. Sanki meşrep ve mezhepler özel dinler. Bu anlayışlar ümmetin buluşmasını engelliyor. İslam salabeti yerine meşrep taassubu ve asabiyeti gözetiliyor. Dolayısıyla Müslümanların felaketinden de sorumlu oluyorlar. Ahmet Rami bu ikilemin ancak salih adamlar veya müceddit kimseler vasıtasıyla aşılabileceğini ifade etmektedir. Ümmeti toparlayabilmek için hem çift kanatlı/zülcenaheyn olmak hem de zülcenaheyn anlayışlar üretmek, ortaya koymak gerekiyor. Hakikati tekeli altında tuttuğunu varsayan meşrepler onarıcı ve yapıcı olamazlar. Ahmet Rami hem tesellüf yani selefi akımın hem de kimi sufilerin hak üzere olduklarını değil de hakkın kendi tekellerinde olduğuna inandıklarını ve bu anlayışın da buluşma yolunu tıkadığını ifade etmektedir (1). Hak olmak başka hak üzere olmak daha başkadır. Bedizzaman da bu tür tekelcileri şu sözleriyle uyarmıştır: "Mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var. Yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur." Seçkinlerin veya havassın bölünmesi karşısında çaresiz kalan halk yığınları ve avam tabakası ise hangi tarafa meyledeceğini bilemiyor. Bir o yana bir buyana sarkıyor. İki arada bir derede kalıyor! Ahmet Rami bu çekişen meşreplerin ölçü ve mizanın heva olduğunu ve şeytanın ipine tutunduklarını ve değirmenine su taşıdıklarını ifade etmektedir.
İnziva ve boyun eğme eğilimine sahip ve yatkın olanlar sufi akımlara akın ederken, katılırken karşısında ise tesellüf (selefileşme) akımları bulunmaktadır. Bunlar kaya gibi sert ve buyurgan tipler ve kana susamışlar güruhundan oluşmaktadır ve tesellüf (selefileşme) yolunu seçmektedirler. Sufiler ferdi selameti yeğlerken selefiler toplu felaketin adresi oluyorlar. Her ikisi de sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Şahsi veya ferdi selamet toplumu kurtarmadığı gibi selefilik de ölçüsüz mesleği ile toplumu germekte ve tehlikeye atmaktadır. Islah etmekten ziyade tahrip ediyor. Allah'ın indirmediği meşrep isimleri üzerinde titizlenilmekte ve taassup gösterilmekte ve taraflar birbirlerinin kellesini almaktadırlar. Günümüzde selefilik yeryüzünde cihat bayrağını veya sancağını taşıyan yegane fırka haline gelmiştir. Böylece yeryüzündeki mustazafların umut kaynağı veya Franz Fanon'un ifadesiyle yeryüzünün lanetlilerinin sığınağı haline gelmişlerdir. Cihadı veya dini sözde değil özde ya da fiil üzerinde göstermeye yeltenmişlerdir. Bununla birlikte yöntem konusunda kusurları nedeniyle hüsnü kabul görmemişlerdir. İlimlerinin kıtlığı nedeniyle tekfir hastalığına yakalanmışlar bunun sonucu sapıtmış ve saptırmışlardır.
Karşı kutbu temsil eden sufiler ise içtimai olarak silikliği, hiçliği yeğlemişler, benimsemişler ve şahsi arzularını elde etme uğruna zalimlere payanda olmuşlardır. Bu nedenle de sıradan insanların kıymet vermedikleri bir tayfa/bölük haline gelmişlerdir. Denildiği gibi hak mezhebi sultan ve tuğyandan beri ve uzak durmaktır. Ya ikisi birleştiğinde nasıl olacaktır? Halbuki, tasavvuf safa halini kuşanmaktır. Nefsin sefası ise ağyardan uzak durmak ve sadece Allah'a yaslanmaktır. Davranışlarıyla aslı değiştirmiş ve sefayı veba yani virüs haline getirmişlerdir. Hal ve hareketlerinde sefa hali yani duruluk kalmamıştır aksine bulanık hale gelmişlerdir. Fıkıhtaki birçok bap ile ilgilerini kesmişlerdir. Saldırganı savuşturmak ve ümmetin sahasını, İslam yurdunu (beydatü'l İslam) savunmak gibi konuları atlamaktadırlar. Aksine, ümmetin sahasını ve namusunu savunmak efendileri tarafından onlara terör eylemi olarak öğretilmiş ve telkin edilmiştir. Halbuki sufilerin eslafı (selefleri) böyle değildi. Günümüzdeki Sufilerin ise bütün meşgaleleri öteki olarak saydıkları Selefilerle mücadele haline gelmiştir. Bütün gayretleri ötekini zemmetmek haline gelmiştir. Maalesef Şam'da böyle akımlar türemiştir. Bu akımlardan birisi Abdullah Habeşi'nin kurduğu Ahbaş tayfası olmuştur. Bütün özelliği Eş'arilik namına ona buna sataşmak hatta saldırmak olmuştur. Selefilerde de bunun karşılığı vardır. Bu da yine devletçi Camiye ve Medhaliye akımıdır. Bu karşıt meşrepler veya akımlar halkın değil, Müslümanların değil devlet ve rejimlerin hizmetindedir. Şam'da Nakşibendilik veya Eş'arilik adına müstakil şahsiyet olarak görünen Muhammed Said Ramazan el Buti ile Ahmet Keftaro gibiler bu geçirmez şahsiyetlere misaldir. Buti Cihad kitabıyla cihadı pasifleştirmek ve muattal bırakmak istemiştir. Daha doğrusu yöneticilere kerih gelmeyen bir cihat anlayışını seslendirmiş ve teorize etmeye kalkışmıştır. Cepheden cepheye değil yandan sürtüşmeyi esas almışlardır. Burnundan kıl aldırmayan bu tür zevata İngilizce solid Arapça da salif denmektedir. Maalesef Türkiye'de de Cübbeli Ahmet Hoca bu zeminde selefilerle sürtüşme yolunu seçmiştir. Nokta bilgi paylaşmak ayrı şeydir meseleyi genelleştirmek daha başka şeydir.
Meşrepler kendilerini ve hatalarını başkalarına bakarak değil hakka bakarak gözden geçirmelidirler. Hiçbir meslek az veya çok kusurdan hali değildir. Hakka yaklaşanlar vardır, uzak kalanlar vardır. Gazali hem İhya'da hem de El Beyan ve't Tebyin fi Gururi'l Halki Ecmain/ İnsanların Tamamının Aldandığına Dair Risale adlı eserinde ayrı ayrı her meşrebin ve tayfanın kusurlarına temas eder. Hiç kimse ayıptan tertemiz veya ak pak değildir. Hiç kimse kemal noktasında değil tekamül çizgisindedir. Başkalarının onayını almadan ümmet adına tek başına karar vermek de nobranlıktır tamir etme davasında yıkıcılıktır. Kaş yapayım derken göz çıkarmaktır.
Tarihte birçok ayırıcı ve yıkıcı akım türemiştir. Buna karşılık birleştiriciler de olmuştur. Kimse kendisini ayrımcı akım yerine koymaz. Lakin birleştirmede zorbalık ve cebir varsa bu maksadın aksine hizmet eder. Dolayısıyla maksat halis olduğu gibi yöntem de halis olmalıdır. Birleşme cebri değil ihtiyari olmalıdır.
Köprü kurma girişimleri
Esasen fıkhı mezhepler arasında bir ayrım yoktur. Zaman zaman cehaletten veya taassuptan naşi sürtüşmeler olsa da bunlar kısa süreli olmuştur. Akait fırkalarından Şiilik-Sünnilik arasında olduğu gibi kalıcı olmamıştır. Bununla birlikte ameli ve fıkhi mezhepler arasında bile sürtüşmeler olagelmiştir. Birliğin ve beraberliğin çok kıymetli olduğu z zaman ve mekanlarda esasen ruhen birleşik ve müttehit olan bu mezheplerin bile birleşmesi noktasında çabalar olmuştur.
Bu birleştirici akımların en belirginlerinden birisi Şah Veliyyullah Dihlevi ekolüdür. İmam Rabbani çizgisinden gelme bu ekol ehli hadise yakınlaşmış veya hadis konusuna ağırlık vermiştir. İmam Rabbani sıla ve bağlaç olarak şeriat ile tarikatı kavuşturmuş ve aralarına köprü uzatmış; vahdet-i vücut yerine vahdet-i şuhudu benimseyerek tasavvufta orta bir yolu ihtiyar etmiştir. Şeriattan ayırarak tasavvufu ucu açık ve uçuk hale getirmemiştir.
İmam Rabbani de şeriat ile tarikat arasındaki bağları kuvvetlendirmiş ve tarikat adına üretilen bidatlara karşı çıkmıştır. Tasavvufu şeriatın mihengine vurmuştur. Bu yönüyle Cüneyd-i Bağdadi tarzını benimsemiştir.
Yolundakiler veya ardındakiler de ŞahVeliyyullah Dihlevi'den itibaren tasavvuf ile hadisi cem etmeye ve buluşturmaya gayret etmişlerdir. Tasavvuftan ayrılmadan hadise ve ehli hadise açılmışlardır. Böylece Müceddidiye ekolünde yeni bir köprü daha kurulmuştur. İlk köprü şeriat ile tarikatı buluşturma veya birleştirme köprüsüdür. İkinci köprü ise tarikat ve hadisi buluşturma köprüsüdür. Bazıları ehli tarikat ile ehli hadis arasında nasıl bir köprü kurulabilir diye sorabilirler. Bunu soranlar tasavvufun kaynağını İslami kaynakların dışına atanlardır. Halbuki, tasavvufun mahiyeti Kur'an'da tezkiye olarak geçmektedir hadiste ise ihsan kavramı ile anılmaktadır. Yusuf el Hüseyni tarafından kaleme alınan Eş Şumus es Satia ( Parlayan Güneşler) kitabında da anlatıldığı gibi adeta hadis üzerinden selefiliğe kayıldığı bir sırada bile şehit Ahmet Bin İrfan ve ardılları tarikat yolundan sapmamıştır. Her ne kadar İngilizler bunlara Vehhabi ve 'Muhammed Necdi taraftarları' yakıştırmasında bulunsa bile bunlar tasavvuf ile bağlarını kesmemiştir bilakis tesellüf ile tarikat yolunu birleştiren bir alperen zümredir yani gece külahlı gündüz silahlı bir tarzı benimseyen bir tayfadır. Başta Şah Veliyyullah Dihlevi olmak üzere muakkipleri Hicaz'da bulunmuşlar ve hadis yönlerini burada geliştirmişlerdir. Ebu'l Hasan en Nedvi gibiler de bu miras üzerinden Hicaz'la bağları sıkı tutmaya çalışmışlardır. Onların halifeleri de yine Hicaz yoluyla tekamül etmiş ve Yemen'de ehli hadisin önemli simalarından Şevkani ile temasa geçmişlerdir. Esasen Zeydilikten ehli hadise geçen Yemen'deki Şevkani ve Sanaani gibi zevat ehli hadis ile fıkhi mezhepler arasında bağlaç ve sıla görevi görmüşlerdir. Şevkani, Vehhabi hareketi karşısında tam agah olamasa bile sonuçta itidal sahibi birisidir. Şehit Ahmet Bin İrfan ekolünden gelen Allame Şeyh Abdulhay Burhanevi, Muhammed Ali Şevkani ile bağlantı kurmuş ve mesaj teati etmiştir. Şehit Ahmet Bin İrfan'ın muakkiplerinden şehit ve allame İsmail Bin Abdülgani ed Dihlevi de aynı yoldan yürümüş ve tasavvufu bidatlardan arındırmak istemiştir. Merhum Muhammed Said Ramazan el Buti'nin babası Nakşibendi şeyhi Molla Ramazan da her tarikatta bidatın varlığına tanıklık etmiş ve bulunduğunu kabul etmiş ama en az bidatın Nakşibendilikte yuvalandığını söylemiştir. Bu durumda en müteşerri tarikatın İmam Rabbani ve izindekilerin, yolundakilerin benimsediği Nakşibendi tarikatı olduğu ortaya çıkmaktadır. Tasavvufu bidatlardan ve hurafelerden arındırmak istemelerinden dolayı bidat tortularının üzerlerine çöktüğü kimi gelenekçi akım ve anlayışlar İngilizler gibi Şah Veliyyullah Dihlevi ve çizgisinden yürüyenleri Vehhabilere benzetmişlerdir. Şeyh İsmail Bin Abdulgani ed Dihlevi, Es Sıratim'Mustakim fi't tasavvuf adlı eseri de kaleme almıştır. Burada tasavvuf ile bidat ayrımı üzerinde durmaktadır. Kısaca bu ekol tasavvufta ta'sil mesleğini esas almıştır. Yani tasavvufu geleneğe değil de asla yada Kur'an ve Sünnete arz etmeyi amaçlamış ve bu yöntemi de tatbik etmiştir. Tasavvuf kültürünü veya esaslarını Kur'an ile Sünnete irca etmiş ve onlarla mukabele etmiştir. Hanbeli çizgisinden bunu Abdullah Ensari yaparken Hanefi ekolünde ise Şah Veliyyullah Dihlevi ve Abdulaziz Dihlevi çizgisi yapmıştır. Tasavvufi mirası Kur'an ve Sünnetteki asıllarıyla karşılaştırmıştır. Bidata aşina ve meşbu olanlar ise bu mesleği kendilerine yabancı saymışlardır. Bu nedenle bidata düşkün ve yatkın zümre zaman zaman şehit Ahmed Bin İrfan ve halifelerinin girdiği savaşlarda ihanet ederek bu güzide topluluğu, cihat sergerdelerini İngilizlere ihbar etmişlerdir. Aynı ekolden Mevlana Vilayet Ali Sadıkpuri de Yemen'e, Hadramut ve Necd'e seyahatlerde bulunmuş ve Muhammed Ali Şevkani'den ders almıştır. Hindistan selefilerinden saylan Muhammed Sıddık Hasan Han El-Kannuci de İbkau'l Münen adlı eserinde ondan sitayişle bahsetmiştir.
Tours savaşından Balakot savaşına
İslam tarihinde tayin edici savaşlardan birisi Ma'reketü Bilat eş Şüheda olarak anılan Tours Savaşı ise bir diğeri de Balakot Savaşıdır. Tours Savaşı Emevilerle Frenkler arasında cereyan eden ve tarihin akışını değiştiren bir savaştır. Müslümanlar galip gelseydi bütün Avrupa kapıları onlara açılacaktı. Sonuçlarını Bir yönüyle Birinci ve İkinci Viyana kuşatmasının sonuçlarına benzetebiliriz. Balakot Savaşı ise İmam Rabbani yolundan gidenlerin ve bilhassa Şehit Ahmet Bin İrfan ve halifelerinin girdiği ve şehit oldukları savaştır. Bu savaşı kazansalardı belki de Hindistan'da Müslüman hakimiyeti daha fazla sürüyor olacaktı. 1857 senesinden sonra kesintiye uğramayacaktı.
Afganistan'ın Bismark'ı yani birleştiricisi sayılan Ahmed Şah Dürrânî, Gazneli Mahmut'un halefi sayılır. Şah Veliyyullah Dihlevi'nin daveti üzerine Hindistan'a seferler düzenlemiştir (9 sefer). Müslümanlara göz açtırmayan Marataları yenmiştir. Belki de Şehit Ahmet Bin İrfan ve arkadaşları hezimete uğramasalardı Ahmet şah Dürrânî'nin kaldığı yerden devam eder ve onun hayru'l halefi olurlardı.
Doğu'da Müceddidiler Batı'da ise Senusiler!
Merhum Ebu'l Hasan en Nedvi, Mesiretü'l Hayat (Hayat Yürüyüşü) kitabında şehit Ahmet Bin İrfan'ın bendelerinden Şeyh Keramet Cenfuri'nin hayatını ele alırken irşat vazifesiyle Doğu Bangladeş'e yönlendirildiğini ve orada irşat faaliyetlerinin sonucu 20 milyon Bengal ahalisini irşat ettiğini ve İslam'a kazandırdığını ifade etmektedir (2). Demek ki Müslümanlar geri çekilirken, uful ederken İslam parlıyordu. Nureddin Zengi'nin duasındaki gibi. Allah'a şöyle yakarıyordu: Yeter ki kulun Nureddin mağlup olsun ama dinin İslam aziz kalsın! Kemter kulun Nureddin hezimete uğrasın da dinin galip gelsin!
İslam dünyasının Doğu'daki durumu bu idi. Batı'daki ve Kuzey Afrika'daki durumunu da bize Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi hikaye etmekte ve anlatmaktadır. Bir dönem Fizan'da sürgün yaşamış ve dolayasıyla Sunusilerle dirsek temasında bulunmuş ve bunların dini çabalarını ve deneyimlerini yakından görmüştür. Böylece tarihe iyi bir tanık olmuştur. Onun anlattığına göre Senusiler Müslümanların en zayıf anı olan 19 veya 20'inci yüzyılda Afrika'da İslam'a 10 milyonluk bir kitle kazandırmıştır. Demektir ki İslam daveti her zaman bereketlidir. Mensupları mağlup olsa da o yani özü daima galiptir.
Şehbenderzâde Ahmet Hilmi, dönemin birçok âlimi gibi istibdat olarak nitelendirdiği saltanata karşı meşrutiyeti savunmuş, bu sebeple İttihat ve Terakkî Cemiyeti'ni desteklemiştir. Batı'ya karşı panislâmist yaklaşımı öne çıkarmış, yayımladığı dergilerden birine İttihâd-i İslâm adını koyarak bu konudaki hassasiyetini göstermiştir. Derginin ilk sayısında Müslümanların dil ve ırk farklılıklarını bir tarafa bırakıp birlik sağlamaları halinde iç meselelerini çözebileceklerini ve karşı karşıya kaldıkları dış tehlikelerden korunabileceklerini, İslâm'daki kardeşlik prensibinin yanı sıra içinde bulunulan dünya şartlarının da Müslümanlar arasında birliği zorunlu kıldığını belirtir. Şehbenderzâde bununla tam bir idarî bütünlükten ziyade "ittihâd-ı ictimâ-i İslâm" adını verdiği, birbirini destekleyen farklı hükümetlerin varlığına imkân tanıyan toplumsal bir kaynaşmayı kastediyordu. Kendisini bu görüşe yönelten sebeplerin başında Osmanlı Devleti içinde milliyetçilik akımının hızla yayılması ve Balkanlar'da kopmalara yol açmasıydı. Osmanlıcılık düşüncesinin gerektirdiği ittihâd-ı anâsır fikrini sürdürmenin imkânsızlığını gördüğünden Müslüman milletlerin devletten kopmaması için gayret gösteriyordu. Müslümanların iyice zayıflayıp işgallere mâruz kaldıkları takdirde Kuzey Afrika'da olduğu gibi Batılı ülkelerin esaretine mahkûm kalacaklarını düşünüyordu (Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, s. 25-26). Bundan dolayı Fizan'da sürgünde bulunduğu sırada tanıdığı ve görüşlerinden etkilendiği Senûsîler'in siyasî mücadelelerini ve ıslahatçı düşüncelerini takdir etmiş, ilk kitabını onlar hakkında yazmıştır (3).
Hem Müceddidiye ekolü hem de Senusiler alperenler olarak hadis yoluyla yani selefi tarik ile tasavvuf yolunu mezcetmiş ve kaynaştırmışlardır. Bu yönüyle de çekim gücü olmuşlardır. Şah Veliyyullah Dihlevi ekolü ayrı kolları telif edici bir hikmet mektebi haline gelmiştir. Onun muakkipleri ve takipçileri de aynı hikmet çizgisini sürdürmüşlerdir. Müceddidiye ekolü hikmet ekolüdür. Bu nedenle de birçok açılma imza atmıştır.
Şah Veliyyullah Dihlevi'nin Hanefilerle Şafiileri kaynaştırmak ve tek vücut yek, vücut hale getirmek istemesi gibi bazıları da meşrepleri kaynaştırmak istemiştir. Günümüzde şahsiyetler olarak Hamalı Şeyh Muhammed el Hamid tasavvuf ile Müslüman Kardeşleri kaynaştırmak istemiştir. Said Havva aynı yoldan gitmiş, en azından teorik anlamda tasavvuf ile Hasan el Benna çizgisini buluşturmak istemiştir. En azından yabancılaşmayı ortadan kaldırmaya çabalamıştır. Buna mukabil tarikat çizgisinden gelen Muhammed Said Ramazan el Buti ile Ahmet Keftaro devlet hesabına İhvan'ı ve Selefileri dışlamaya çalışmışlardır. Rejimlerin çıkarı böl-yönet yöntemindedir.
Yine Suriyeli Muhammed Surur Zeynelabidin de İhvan ile Selefiliği buluşturmaya gayret etmiştir. Bu açıdan Camiye ve Medhaliye akımının panzehridir ve bu nedenle de Suud rejimi bu akımı çok tehlikeli saymış ve terör listesine almıştır.
Yine günümüzde Fas'ta faaliyet yürüten el Adlu ve'l İhsan ve Lideri Abdusselam Yasin de tasavvuf ile İhvan çizgisini buluşturan aralarında köprü olan bir ekol kurmuştur. Bunların temel amacı ümmet arasında yabancılaştırmaya kaldırmak ve kaynaşmayı sağlamaktır.
İslam dünyasının kaynaşmaya ve kenetlenmeye ve buluşmaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır.
Hadiste Müslümanların birbirine sırt dönmesi yasaklanıyor. Kaynaşmayı yakınlaştırıcı tedbirleri de teşvik etmektedir.
Nitekim, Müslim'in tahriç ettiği ve Ebu Hureyre yoluyla gelen bir rivayette Peygamberimiz: Birbirinizi kıskanmayın, aranızda müşteri kızıştırmayın, birbirinize kin gütmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, pazarlık bitmeden başka bir pazarlık başlatmayın. Allah'ın kulları olarak kardeşçe geçinin. Müslüman Müslümanın kardeşidir ona zulüm etmez, hakaret etmez ve yüzüstü bırakmaz. Göğsüne işaret ederek 'takva buradadır' demiş ve ardından 'şer olarak bir kimseye kardeşini hakir/küçük görmesi yeter' buyurmuştur. Müslümanın Müslümana kanı, ırzı namusu ve malı haramdır.
1-Evrak Şamiyye,s: 88,Daru's Salih
2-Eş-Şumus es Satia, s: 67, Daru's sünne
3- https://islamansiklopedisi.org.tr/sehbenderzade-ahmed-hilmi
Mustafa Özcan
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Medeni vahşetten, medeni soykırıma! (16.01.2021)
- İstanbul’dan bir derviş geçti (13.01.2021)
- Türkiye ile İhvan münasebetleri (12.01.2021)
- Körfez’in kirli paraları (10.01.2021)
- İsrail’in bölgesel zırhları (08.01.2021)
- Trump’ın son numarası (07.01.2021)
- Kırılan Katar ablukası (06.01.2021)
- Gazze’de eksen kayması! (04.01.2021)