Mısırlı Muhammed Gazali Batı'da dinsizlik ve ateizm cereyanının yayılmasının temel nedeninin en azından yarısının kurumsal dini yapılar ve özellikle Clergy denilen din adamları sınıfı veya kilise ricali olduğunu söylemiştir. Kısaca, dindarlar dini suistimal ettiklerinden, kötü temsil ettiklerinden, yansıttıklarından, dinsizliğin yayılmasına köprü ve vesile olmuşlardır. Bir adam belirli meşrepten yakınıyor ve şikayet ediyorsa sebebi de o meşrepteki bazı aykırı davranışlar ve bu davranışların sadır olduğu kaba insanların varlığıdır. Meşrep ve mesleklerini kötü temsil etmeleridir. Zevk mesleği ve rekaik yani incelikler yolu olan tasavvuftan nefret eden birisini gördüyseniz, nedeni bu yolu ve mesleği aldatıcı ve mağşuş bir şekilde temsil edenlerdir. İslam dairesinde de Muhammed Gazali'nin dediği noktaya çıkıyoruz. Matematikten nefret eden bir talebe büyük ihtimalle matematik hocasından nefret ediyor olmalıdır. Hoca bu branşı tam kavrayamadığı veya anlatamadığı için talebeye sevdirememiştir. Esbab-ı mucibesi budur. Aşçısına düşerseniz her yemeği sevebilirsiniz. Yemekten nefret ettiren kötü aşçıdır. En sevilecek, her yüreğin ihtiyaç duyduğu ilim dalı olan tasavvuftan nefret de temsilcilerinin kusurundandır. Kötü ayine olmalarındandır. Mutasavvıf kisvesine girmiş nice kaba softa adamlar vardır. Bunların varlığı tasavvufu perdelemekte ve gölgelemektedir.
Bir dönem Fethülİslam Kolejinde İslami ilimler tahsil eden Konya'da mukim İbrahim Anar Bey ve bazı arkadaşların sosyal medyada bir zatla ilgili taziye paylaşımlarını gördüm, dikkatimi çekti. Merak ettim. Biraz iz sürdüm. Anılan ve kaybedilen kişi Muhammed Adnan Sakka isimli zattan başkası değildi. Nice Suriyeliler gibi fitne günlerinde İstanbul'u mekan edinenlerdendi ve korona illetine yakalanarak ve bu illetten etkilenerek vefat ediyor. Anladığım kadarıyla Sakka, Şam'ın son müteşerri (kitaba uygun ve düzgün) mutasavvıflarından birisiydi. Tasavvuf evrensel olmakla birlikte evrenselliği İslam'ın evrenselliğine mündemiçtir. İslam'dan bağımsız bir ilim dalı değildir. Son dönemlerde müteşerri diyebileceğimiz ehli hal ve dil tasavvuf erbabı azaldı. Eskiden beri olgun ve erişkin, yetişkin (kamil) şeyhleri benzetmede bazı ifadeler kullanılırdı. Bunlardan birisi 'kibrit-i ahmer kadar nadir' ifadesidir. Ehli salah kimselerin yani salihlerin bol olduğu devrelerde bile gerçek manada şeyhlerin varlığı kibrit-i ahmer hükmünde nadirattan sayılmıştır. Bugün de her alanda adam kıtlığına kaht-ı rical denmektedir. Araplar da ezmetü'r rical deyimini kullanırlar.
Demek ki sadece tasavvuf alanında değil birleşik kaplar teorisinde olduğu gibi her alan da adam kıtlığı yaşamaktayız. Bu yönde Muhyiddin Arabi'nin tercihli kullanımlarından birisi Anka-i Mağrib tabiridir. Zümrüd-ü Anka anlamındadır. Tabileri Abdulkadir Geylani için 'el baz el eşheb' tabirini kullanmışlardır. Akdoğan anlamındadır. Bizzat Abdulkadir Geylani de, tabilerinden ve dervişlerinden bir nevi yanmayan mahluk olan semender gibi olmalarını istemiştir. Fethürrabbani-İlahi Lütuf/İlahi Armağan adlı eserinde çok yerde bu ibare ve ifadeyi kullanmaktadır.
Ali Ulvi Kurucu anlatıyor: Ezher'deki talebelik yıllarımda, Revâkul Etrâk'teki odamda, üstadın (Mustafa Sadık er Rafii) makalesini okumak istemiştim. Baktım, başlık çarpıcı: "Alevler İçinde, Fakat Yanmıyor!" Üstad er-Râfiî, hülasa olarak şunları dile getiriyordu: "Üniversite talebelerinden bazı gençler, evimde beni ziyarete geldiler. Yazılarımda çok mütehassıs olduklarını söylediler. Simalarında imanın nuru, ifadelerinde akıl ve idrakin şuuru parıldayan bu gençler, öyle derin bahislere giriyor ve o derece mühim sualler soruyorlardı ki, ifadeye sığmayan ve izahını ancak gözyaşlarında bulan bu manzara karşısında hayretler içinde kaldım. İnsanlığın yüksek şuuruna eren bu gençlerin, gönül, ruh, akıl, aşk ve vecd bahislerindeki ince düşünceleriyle kendimden geçtim… Ruhumun derinliklerinden kopan his ve heyecanımın gözyaşları hâlinde taşmasına mâni olamadım. İhlas şuuruna eren imanın ve kemâlini bulan irfanın, insana neler kazandırdığını hayret ve memnuniyetler içinde görmenin sonsuz saadetine erdim. Ruh âleminin nur saçan ufuklarında yaptığım muhakemelerle şu neticelere vardım: Bu gençler, üniversitede kız talebelerle birlikte tahsil yapıyorlar. Belki de lüks hayat yaşayan aristokrat ailelerin çocuklarıdırlar. Bununla beraber bütün iman ve ahlâk dışı âmiller, bunların mâna âlemlerine tesir edemiyor. Cemiyetin her sahasını çürüten materyalist cereyanlar, bunların semtine yaklaşırken aynen, sahillerdeki yalçın kayalara çarpan dalgalar gibi paramparça oluyor… Hz. Nuh'u tufan felâketinden, Hz. İbrahim'i Nemrud'un ateşinden, Hz. Musa'ya Firavun'un zulmünden, Hz. İsa'yı düşmanlarının elinden ve Hz. Muhammed Mustafa'ya (S.A.S.) Mekke müşriklerinden koruyup kurtaran Allah (c.c.), bu gençleri de lütuf ve keremiyle muhafaza ediyor. Zira bunlar, alevler içinde yaşadıkları halde, yanmıyorlar…" Abdulkadir Geylani de semender tarifi ve benzetmesiyle Mustafa Sadık er-Rafii'nin anlattığı ve tasvir ettiği gençliği aramaktadır. Ateşteler ama ateş onlara işlemiyor.
Muhammed Adnan Sakka da bu kutlu kervanın mensuplarından, huzur yolunun yolcularından ve tasavvuf erbabının bakiyelerinden idi. İstanbul misafirlerinden olan Sariye Refai de onu şöyle tasvir etmektedir: Veren de alan da O'dur. Ömürler de dahil her şey onun katında ölçü iledir. En saf gönlü taşıyan ve nurani simasıyla temayüz eden Şeyh Adnan Sakka'nın vefatını bildirmek istiyorum. O hakkı söylemekte gözünü budaktan sakınmazdı. Hesaplı davranmazdı.
Günümüzde hakkı tutan, düştüğü yerden kaldıran ve hakkı söyleyen çok azaldı. Özellikle tasavvuf erbabı, sufi kitle ve tayfası arasında da hasbi insanlar ender hale gelmiştir. Buna rağmen yakın tarihte Hamalı Muhammed el Hamid gibi hakkı söyleyecek ve hak için gövdesini siper edecek alimler ve sufiler eksik olmamıştır. Bunların son halkalarından birisi Muhammed Adnan Sakka olmalıdır. Yine Şamlı Musa el Umer onun hakkında bakiyyetü'l selef ifadesini kullanmıştır. Demek ki o hem ilk sufilerin hem de selefin varisi, bakiyesi olmuştur. Humuslu olan Muhammed Adnan Sakka devrim kıvılcımının ilk parlamasından itibaren Muhammed Ali Sabuni gibi devrime destek veren isimlerden birisi olmuş ve o nedenle de Humus'u terk ederek hicret etmiştir. Cidde şehri olmak üzere dünyanın birçok şehrinde ve ülkesinde bulunmuş ve davet çalışmalarına katılmıştır. Nurani ve vakur bir simaya sahip olup aynı zamanda göz pınarlar kurumayan abidlerdendir. Dili ıslak ve gözü yaşlı idi.
Ali Tantavi gibi zevattan da ilim ve feyz tahsil etmiştir. Sufi tayfasının önderlerini anlatan Risale-i Kuşeyriye üzerine yapılan çalışmalara da nezaret etmiştir.
Arap Baharının görünmeyen bereketlerinden birisi İstanbul'un ulema ve fuzela yurdu ve onlar için kaynaşma, buluşma noktası haline gelmesidir. İstanbul onlarla dolup taşmıştır. Dünyanın hiçbir yerinde bir arada bulamayacağınız değerli zevatı İstanbul'da elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. Söz gelimi bir zamanlar Sanaa'da İman Üniversitesini kuran Zağlul Neccar gibi Kur'an ve Sünnetteki ilmi mucizeleri işleyen, nazara veren Abdulmecid Zindani de aynen Sakka gibi Suudi Arabistan'ı bırakarak Türkiye'ye hicret etmiştir. Halbuki daha önce Abdulkerim Zeydan (Iraklı) gibi şöhreti afakı tutan alimler Yemen'e iltica ediyor ve burada ilimlerini neşrediyorlardı.
Bağdat, Sanaa, İstanbul; ümran, ilim ve insanlık devran halinde bulunuyor.
Mustafa Özcan