Hicretten kısa bir süre önce farz kılınan namaz ibadetinden sonra Müslümanlar 16 ve 17 ay boyunca namazlarını Kudüs'e doğru kılmışlardı. Hatta ortaklıklar nedeniyle İskoç asıllı oryantalist William Montgomery Watt İslam dininin Yahudiliğin devamı, uzantısı olarak seyir takip ederken, gelişme kaydederken Medine Yahudileriyle yaşanan niza ve çekişme sonucu ayrı bir mecra kazandığını ileri sürmüştür. Bu beraberliğin nişanelerinden birisi olarak Kıbleteyn Mescidi hala tarihe tanıklık ediyor. Bir ikindi namazında Peygamberin isteği doğrultusunda kıbleyi değiştirme yönünde ilahi emir gelince namaz halindeki Müslümanlar yönlerini Kudüs'ten Kabe'ye çevirmişlerdir. Bu emrin namaz esnasında gelmesi daha vurgulu olmuş ve derin izler bırakmıştır. Adeta bir milat olmuştur. Yahudiler bizim mabedimize veya Süleyman Tapınağına doğru namaz kılıyorlar diye Müslümanları küçük ve hor görüyor ve bu vesile ile birlikte üstünlük taslıyorlardı. Hazreti Peygamber de (SAV) muğber oluyor ve içinden Kabe'yi kıble edinme arzusunu besliyordu. Allah yüreğini teskin etti ve Yahudilerin sataşmasından kurtardı. Hazreti İsmail'den (AS) beri Yahudiler ecnebi unsur saydıkları diğer milletleri ya da goyimleri küçük görüyor ve gelecek peygamberin de kendi dini çevrelerinden olacağını umuyorlardı. Böyle olmayınca yeni mesajı ve sahibine düşman kesildiler. Bunu sezen ve başa kakmalarını her dem yaşayan Hazreti Peygamber (SAV), onların gölgelerinden kurtulmak istiyordu. Müslümanlar kıble olarak Kudüs veya Mescid-i Aksa'dan yüz çevirmekle birlikte atalar mabedi olarak ona hep saygı gösterdiler. Bu Yahudilerin yaptığı gibi kan bağıyla bir bağlılık değil tamamen dini ve kutsi bir bağlıktı.
Aşure günü Yahudiler oruç tutmaktadır. Hazreti Peygamber (SAV) Medine'ye teşrif ettiklerinde Yahudilerin Aşure günü oruç tutuklarını gördü ve arkadaşları tarafından bugünün Yahudilere mahsus olduğunun hatırlatılması üzerine de 'siz orucunuzu tutun' diye karşılık vermiştir. Giyim veya kuşamda diğer dini geleneklere muhalefet etmelerini emretmesine rağmen bazı hususlarda onların ibadetlerini ikrar etmiştir. Ve hatta bazı rivayetler de 'ben Musa'ya sizden daha yakınım' buyurmuştur. Musevilik İslam üzerinden yenilenmiştir. Yahudilik ise vahiyler silsilesi anlamında anakronik bir duruma düşmüş yani tarih dışı ve sadet dışı kalmıştır. Yahudiler şimdi yerleşik düzen ve teamülleri kaldırmaya yelteniyorlar. Bu da Mescid-i Aksa veya Harem-i Şerif üzerinde kimin daha fazla hak sahibi olduğu yönündeki çekişmeyi derinleştiriyor, kızıştırıyor. Böylece Hayber ve öncesinde Medine'de (Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kureyza) yaşanılan çekişme durumuna geri dönmüş olduk. İnanç yönüyle bugünkü Yahudilerin atalarıyla sahih bağı kesilmiştir. Hak onların dediği gibi sabit değil dinamik ve esnektir. Allah günleri milletler arasında bölüştürüp, döndürüp dolaştırmaktadır.
Müminlerin annelerinden birisi Yahudi asıllı Safiyye Binti Huyey Bin Ahtap'tır. Huyey Yahudilerin liderlerinden birisidir. Ebu Zer'in Bilal-i Habeşi'yi rengiyle ayıplaması gibi Hazreti Aişe de kumalarından Hazreti Safiye'yi babasıyla veya Yahudiliği ile ayıpladığında Hazreti Peygamber devreye girmiş ve Hazreti Safiye'ye şu telkini yapmıştır. 'Böyle söyleyenlere (seni Yahudilik ve ya babanla ayıplayanlara) sen de, babam Harun amcam da Musa de' diye telkinde bulunmuştur. Başka bir bağlamda ise Hazreti Peygamber Hazreti Yusuf'u anarken şöyle buyurmuştur: 'Yusuf İbrahim oğlu İshak'ın, İshak oğlu Yakup'un çocuğudur yani kerim oğlu kerim, kerim oğlu kerim, kerim oğlu kerim'dir.' Bugün Yahudiler Müslümanların bu manevi verasetini ve atalarıyla köprü kurmalarını reddediyorlar veraseti kan bağına yani kendilerine hasrediyorlar. Bu yanlış bir çığırdır. İlahi hitap kan üzerinden değil gönül üzerinden dolaşır. Kan bağı değil inanç bağı önemlidir. Tasavvufta da bu manada döl oğlu olmak değil yol oğlu olmak önemlidir. Allah Hazreti İbrahim'e de böyle telkinde bulunmuştur (ahdim zalimlere ulaşmaz). Halbuki dini olarak Yahudiler asaletlerini kaybettikleri gibi ırki olarak da asaletlerini yitirmişlerdir. Bugün İsrail'i oluşturan Yahudiler Arthur Koestler'e göre 13'üncü Kabilenin üyeleridir. Yani kan bağı itibarıyla sahte Yahudilerdir. Küçük bir kısım asalet sahibi olabilir.
Bu yıl ramazan ayı ile birlikte Yahudilerin Pesah bayramı aynı günlere denk geldi. Baskın bir karakter ve yöntemle Yahudiler Ramazan ve Mescid-i Aksa'yı bayramlarına kurban ettiler. Murabıtlar ve Müslüman ziyaretçileri dışarı atıldılar ve baskınlarla birlikte Yahudilere yol ve ön verdiler. Yahudiler bu münasebetle burada Harem-i Şerif sınırları içinde kurban kesmek istiyorlardı. Böylece Birinci Tapınak veya İkinci Tapınak'ın misyonunu veya işlevini Haremi Şerife yüklemek istediler. Birinci ve İkinci Mabet döneminde kurban kesim yerlerine mezbah deniliyordu. Böylece fiilen Mescid-i Aksa avlusunu mezbah haline getirmek istiyorlar. Amaçları oldu bitti ile birlikte ihlalleri normal hale getirmektir. Sonraki adım ise 144 dönümlük Mescid-i Aksa'yı ikiye bölmek ve bir kısmında sinagog faaliyetleri yürütmektir. Tapınak örgütleri çekimlerinde kurban meselesini açıkça izhar ediyorlar. Amaçları cami içinde veya Harem-i Şerif sınırları içinde bir sinagog inşa etmektir.
İsmail Ciem dışişleri bakanı iken benzeri bir teklifle Arafat'ın karşısına çıkmış ve eşiğini aşındırmıştır. Önce bu meseleyle ilgili haber vaktiyle El Quds el Arabi gazetesinde yayınlanmış ve ardından Abdulbari Atwan bu bilgiyi sesli kayıtla takipçileriyle paylaşmıştır. Hadise, 2001'de Türkiye'de dışişleri bakanı olan İsmail Cem ile Yaser Arafat arsında geçiyor. Bakan Cem, Arafat'a Mescid-i Aksa'nın bahçesinde bir sinagog inşası karşılığında bağımsız bir Filistin devleti teklif ediyor. Tabii bu teklifin en önemli yanı kısmen de olsa Mescid-i Aksa'nın Yahudileştirilmesidir.
Şimdi bu sürecin son fasıllarına geldik. Mescid-i Aksa'nın idari Müdürü Şeyh Ömer el Kisvani, İsrail'in amacının boşaltarak ve namaz kılanları ve murabıtları dışarı atarak Mescid-i Aksa'yı bölmek ve bir kısmını Yahudilere tahsis etmek olduğunu ifade etmektedir. Bunun için herkesten ve bilhassa Müslümanlardan yardım istemekte ve kendilerini yalnız bırakmamalarını talep etmektedir. Bu zorlamalarla birlikte İsrail hem İslam dünyasından 'dostlarını' zor durumda bırakmakta ve hem de üçüncü bir intifadanın fitilini ateşlemektedir. Zira İkinci İntifada benzeri ortamların sonucu alev almıştı. Şaron, 28 Eylül 2000 tarihinde bin polis eşliğinde Aksa avlusuna girmiş ve bu da intifadayı tetiklemişti. İsrail hem huzur istiyor hem de huzur bozuyor. Yatışmaz yapısı böyle emrediyor olmalı.
Mustafa Özcan