İsminden dolayı çekinceli hale gelmiştir. Halbuki doğru bir isimlendirme ile birlikte tasavvuf pekala ümmetin kabulüne mazhar bir ilim ve disiplin ve rükün olabilirdi. Tartışılır olmaktan çıkardı. İsmi üzerinden tasavvufun kendisi de tartışılır olmuştur. Halbuki zühd gibi rükünleri tartışılmamaktadır, zira Kur'an ve sünnette dayanağı vardır. Kısaca tasavvufun rükünlerinin dayanakları kitap ve sünnetle sabittir. Bu nedenle yatay zeminde tasavvufu inkar etmek mümkün değildir. İslam'ın manevi ve kalbi değerlerini ifade ve ihtiva eder. Bunları geliştirmeye matuf tarik ve yola da tezkiye denmiştir. Bu yola sülük etmiş kimse ise salik ismini alır. Ebu'l Hasan en Nedevi'nin hacimde küçük ama münderecat veya muhteviyatında büyük risalesi bize bu konuda yol gösteriyor. Tasavvufun İslami ilimlerde 'kayıp rükün' olduğunu ifade etmektedir. Bu da bize Mısır'da Sedat'a karşı başkaldıran Tanzim el Cihad örgütünü ve onun teorisyeni Abdusselam Ferec ve Faridetü'l Gaibe (Kayıp Ödev/farz) adlı eserini hatırlatmaktadır. Abdusselam Ferec ümmetin cihadı unuttuğunu ve atıl hale getirdiğini ifade etmektedir. Cihada kayıp rükün adını vermektedir. Bu anlamda ümmeti muattıla olarak tasvir etmekte ve tanımlamaktadır.
Ebu'l Hasan en Nedevi ise asıl kayıp rüknün isminden dolayı dışlanan tasavvuf olduğunu beyan etmektedir. Bilindiği gibi ehli hadis de karşıtlarını ve özellikle de sıfatları haberi veya fiili sıfatları tevil eden Mutezile mezhebini muattıla (atıl ve işlevsiz bırakanlar)olarak tanımlamıştır. Abdusselam Ferec de ümmetin cihat görevini askıya aldığını ve atıl bıraktığını savunmaktadır. Halbuki Şiilikteki gaybet döneminin hilafına Sünnilikte cihat hem teorik hem de pratik alanda hiç tatil edilmemiş iyi veya kötü olmasına bakılmadan kaim veya zamanın yöneticilerinin arkasında cihada çıkmanın gerekli olduğunu hükme bağlamıştır. Şiilikte ise bunun hilagına olmuştur. Ebu'lHasan en Nedevi de Abdusselam Ferec'in hilafına tasavvufun isminden dolayı ihmal edildiğini ve kayıp bir rükün haline geldiğini ifade etmektedir.
Burada karşımıza iki anlayış çıkmaktadır. Bunlardan ilki ihmal eden anlayış diğeri de abartan anlayış. İfrat tefrit halleri bir de orta yol anlayışını ifade eden haddi vasat durumu. Nitekim, Abdusselam Ferec cihadın önemsizleştirildiğini ve atıl hale getirildiğini savunmaktadır. Buna mukabil Dr. Gazi Tevbe ise 'el Harekat el İslamiyye ve'd Duat el Cudud' adlı eserinde Abdusselam Ferec'in tefrit karşısında ifrata düştüğünü ve cihat anlayışını yerli yersiz kullandığını ve çığırından çıkardığını söylemektedir. İfrat, tefrit ve haddi vasat ölçüleri içinde İslami siyaset anlayışına temas eden Faslı ulemadan Ferid el Ensari de İslam siyaset ilişkisinde siyaset lehine abartı hali yaşadığımızı ifade etmektedir. Bu çerçevede ele alınan Fas Adalet ve Kalkınma Partisi 10 yıllık deneyimin ardından havlu atmıştır. Kısaca siyaset anlayışı ve cihat anlayışı ve hayata geçirilişi noktasında ifrat ve tefrit düzeyinde yaklaşımlar benimsenmiştir. Bunların bir de haddi vasatı vardır.
Tasavvuf konusu da böyledir. Kur'an ve sünnette dayanakları olmasına rağmen kimi dış etkiler nazara alınarak veya büyütülerek tasavvufi hayat ihmal edilmiştir. Bu hususta da günümüzde te'sil yani asla müracaat veya asla mukabele çabaları yaşanmaktadır. Tasavvufun Kur'an ve sünnetteki dayanakları ve yeri belirlenmeye çalışılmaktadır. Tevekkül, sabır, şükür gibi kalp amellerinin işlendiği ilim dalına biz tasavvuf diyoruz. Sırf adı üzerinden itirazlara konu olmuştur. Bu açıdan da Ebu'l Hasan en Nedevi tasavvufu ihmal edilmiş alan veya kayıp rükün olarak adlandırmıştır. Halbuki, tezkiye üzerinden Hazreti Peygamberin görev alanına girmiştir. Bu görev alanı da varisleri üzerinden yürümüştür. Bazı ritüelleri zamanla tartışmalı hale gelmişse de yatay zemini veya üzerine oturduğu değerler sistemi çok sağlamdır. Kalbin amellerine temas etmektedir bu nedenle de bu alana tezkiye yani manevi temizlenme diyoruz. Eşrefoğlu Rumi'nin Müzekkin Nüfus kitabı bu anlamda yerinde bir isimlendirmedir. Tasavvuf nefisleri terbiye ve tezkiye eden ve bu anlamda pratik ahlakı geliştiren bir ilim dalı ve ötesinde yaşam biçimidir. Tasavvufun konusu ibadetten zevk almak ve bu yönde derinleşmektir. Bu hadiste bahsi geçen tenettü yani taassup halinde olmak anlamına gelmez. Aksine kalbi yumuşatan bir süreç ve ameller bütünüdür. Taassup ve adanmışlık (çok ibadet ve zühd hayatı) birbirinden farklı makamlardır. İmam Leknevi'nin 'İkametü'l Hucce Ala Enne'l İksare mine't taabbüd leyse bibida/ Sınırsız İbadetin Bidat Olmadığına Dair Delil Ortaya Koyma kitabı nafile ibadette sınır olmadığını ortaya koymaktadır. Nafile ibadetler insani taassuba sevk etmek bir yana kalbi yumuşatır ve genişletir. Bu itibarla sürtüşmeye değil kaynaşmaya vesile olur. Tasavvuf erbabına ehli zevk ve ehli kulup denmiştir. Bu yönüyle tasavvufu anlatan kitaplardan birinin isminin 'Miftahu'l kulup (Mehmed Nuri Şemseddin Nakşibendî )' olması tesadüf değildir. Tasavvuf ya da tezkiye kalbin kilitlerini açar. Salik bu yolda manevi ezvakı tadar. Sufiler bu anlamda 'tatmayan bilmez' deyimini üretmişlerdir. Tasavvuf tezkiye olduğu kadar zevk ve estetik mesleğidir de.
Tasavvuf İbni Teymiye'ye göre hadis (sonradan gelişen veya geliştirilen) bir ilimdir. Şöyle demek daha doğru olur. Tasavvufun hadis yani ilave ve ispat zor tarafları vardır. Bu zeminde modernistlerden Fazlurrahman gibi bazı çağdaş yazarlar Sünnîliğin kerameti sonradan inanç sistemine dahil ettiği görüşündedir (İslâm, s. 171, 193, 200). Kimileri bu zeminde mantık ilmi ile tasavvufu müteşerri alana sokan ismin Gazali olduğunu ileri sürmektedir. Bu da mübalağadan hali değildir. Gazali olmasaydı tasavvuf meşru olmayacak mıydı? Keramete gelince Sünniler asıl kerametin istikamet olduğunu ifade ederler.
Muhammed Said Ramazan el Buti'nin babası Nakşibendi şeyhi Molla Ramazan da şöyle söylemiştir: Bütün tarikatlarda bidat vardır lakin en azı Nakşibendiliktedir.
Tasavvufun yatay anlamı yani sabır, şükür, i'sar gibi hususlar tamamen Kur'an ve sünnet kaynaklıdır. Dikey boyutunda yani şeyhlik silsile veya biat gibi hususlar da ise şaibeler veya tahkike muhtaç yönleri vardır. Bu itibarla Ebu'l Hasan en Nedevi de tasavvuf isminin muhdes yani sonradan konma olduğunu ve bu ismin yeni ve sokma veya katma olduğu görüşündedir (et tasavvuf mustalah muhdesun, ismun tariun ve dehilun). İbadet ve taat ve tasavvuf sayesinde salik iman lezzetini iliklerine kadar tadar ve hisseder. Bu incelikleri öğrenmek ve öğretmek için tasavvuftan başka bir yol da yoktur.
TASAVVUF TEMEL DÖRT RÜKÜNDEN BİRİSİDİR
Cum'a suresinin ikinci ayetinde tezkiye (tasavvuf) peygamberin dört mühim görevinden birisi sayılmaktadır. Ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları arındıracak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek bir elçi gönderen O'dur. Burada anılan dört rükün şudur: Birincisi, ayetleri öğretmek. İkincisi, onları arındırmak (yüzekkihim). Kitabı ve hikmeti talim ve meşk etmek. Ayetlerden sonra burada kitap da sayılmaktadır. Kitaptan maksat elbette Kur'an olmalıdır. Hikmet ise kavramsal anlamı yerine göre değişse de burada sünnet-i seniyyeye işaret ve vurgu yapılmaktadır.
Peygamberin temel görevi, Allah'ın âyetlerini okuma yani aldığı vahyi olduğu gibi aktarma, bildirme, insanları arındırma yani ruhen yücelmeleri, davranış güzelliğine erişmeleri ve insana yaraşmayan hallerden kurtulmaları için onları eğitme, tebliğ ve eğitimle yetinmeyip aynı zamanda öğretme ve açıklama (kitabı ve hikmeti öğretme) şeklinde özetlenmekte, Resûl-i Ekrem'in yalnız ilk muhataplarına değil daha sonra geleceklere de elçi olarak gönderildiği belirtilmekte, peygamber ve vahiy gönderme veya peygamberlik görevi vermenin ilâhî bir lutuf olduğu, bunun da ancak Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğu bildirilmektedir. Tezkiye eskilerin ifadesiyle tahliye (noktalı ha ile) yani kötü huylardan kurtulma ile tahliye (noktasız ha) iyi hallerle bezenmedir. Burada 'yüzekkihim/arındrır' ifadesi fiili muzari kipiyle bildirilmiştir. Süreklilik ve dinamizm ifade etmektedir. Ahlak ifadesi gibi donuk değildir. Zira ahlak gerçekte konuma göre değer kazanan veya kaybeden bir husustur donuk değil dinamiktir. Tezkiye gönül aynasını duru tutmak ve nefis tezkiyesiyle ahlakın zeminini diri tutmaktır. Peygamberin bu misyonu kıyamete kadar bakidir ve devam edecektir. Bu da ariflerin ve abidlerin yoluyla olacaktır. Peygamberin bu yönü kendinden sonra bir topluluk tarafından deruhte ve tevarüs edilecektir. Tasavvufun amacı nefisleri faziletlerle donatmak ve aşağılık alışkanlıklardan kurtarmaktır. Kemal ve salah yolunda mesafe almaktır. Namaz kılarken rükünlerde bir fiziki hey'et yani duruş vardır. Bir de manevi duruş vardır. Buna takva, vera ve haşyet diyoruz. İşte tasavvuf namazdaki manevi duruşu tanzim ve temsil eder. Oruçta da öyledir. Yemekten içmekten kesilmek fiziki imsaktır bütün kötülüklerden uzak kalmak ise manevi imsaktır. Tasavvufun konusu ve alanı ihlas, sabır, tevekkül, zühd, feragat, gani gönüllülük, i'sar, İhtisap (yalnız Allah'tan beklemek),sahavet, edep, haya, tazarru, huşu, ibtihal, münacat, aşk ve şevk gibi manevi veya kalbi değerlerdir. Şeriatın ruhu mesabesindedir. Bu alan Kur'an'da tezkiye hadislerde ihsan makamı olarak anılmaktadır. Mutasavvıflar diri oldukları dönemde İslam toplumlarını çökmekten kurtarmışlar ya da çöktükten sonra yeniden tamir etmişler ve dizlerinin üzerine durmasını sağlamışlardır. Moğollardan sonra öyle olmuştur. Tuğyan ve maddeye düşkünlüğü törpülemişlerdir. Yokluğunda manevi hastalıklar artmıştır. Aç gözlük gibi hususlar artmış ve bunlar da gönülleri katılaştırmışlar ve hercü ve merce yani sosyal kargaşaya ve siyasi anarşiye sürüklemiş, yol açmıştır. Tasavvufun yokluğunda diğerkamlık gitmiş, ulema bile kendi aralarında mevki makam uğruna yarışır ve didişir olmuşlardır. Bu suretle nübüvvetin dört görevinden ikincisi atıl hale gelmiştir (*). O da nefislerin tezkiyesidir. Tezkiyenin kalktığı ortamda kötülüğün çökeltisi kalacaktır.
İslam dünyasının yeniden ayağa kalkabilmesi için ve manevi kir ve paslarını atabilmesi için yeniden tezkiyeye ihtiyacı var. Hazinemiz kaybettiğimiz yerde yatıyor.
*Rabbaniye la Rehbaniyye, Ebu'l Hasan en Nedevi, s: s: 14, Daru İbni Kesir.
Mustafa Özcan