Erich Fromm "Kendini Savunan İnsan" isimli eserinde otoriter ahlâkın karşısına insanî ahlâkı koymaya çalışırken, insana dair fıtrî bir tartışmaya da kapı aralamış olur. İnsan kendisi ve türevlerini meydana getirdiği sosyal hayat mefhumunun insanîliği için, bir otorite olmaksızın, hakikati bulma ve onu sistemleştirme imkânlarına sahip midir? Bir başka ifadeyle, Fromm'un dediği gibi insan, kendisini her şeyiyle bilen ve ona hâkim bir otoriteye muhtaç olmaksızın, insanlığın refahı ve mutluluğunu tesis etmek maksadıyla, temel meselelerde hem kural koyucu hem de koyduğu kuralların uygulayıcısı olabilir mi? Hâkim ve üst bir otorite olmaksızın insan, diğer insanlara karşı eşit olduğu veya böyle kabul edileceği için onların koyacakları kuralları kabul etmeme veya uygulamama tercihinde bulunarak, özgürlük alanının kısıtlandığını beyan etme özgürlüğüne sahip değil midir? İşte bu nokta, insan üstü bir inanç ekseninde bulunup bulunmamayla yakından ilişkilidir ve düşünce dünyasını derinden etkiler.
Elbette ruh, kendisine dair bildiklerinin sınırlarından dolayı zorda ve zaafiyettedir. Bu gün insana dair bilinenlerin, ruh söz konusu olduğunda insanı tatmin edecek ve "Ben işte buymuşum!" deme imkânı verecek birikimden mahrum olması, Fromm'un kapı araladığı tartışma adına önemli bir mervdiven oluşturuyor. Söz konusu merdivenin basamaklarında dolaşmaya başladığımızda, meseye dair önemli noktalarla karşılaşırız:
- Basamak: Ruhî açıdan kendi bilgisine yeterli seviyede sahip olmayan insan aklı, otoriter ahlâkı bir tarafa bırakarak kendisiyle ilgili kuralları en uygun şekilde koyma ve uygulama becerisi gösterebilir mi?
- Basamak: Yetersiz bilgiden dolayı ruhî açıdan dolayı kendisini bile tatminkâr düzeyde anlayamayan insan, başka ruhları nasıl anlayacaktır?
- Basamak: Bu mümkün olsaydı, insanüstü değerleri değiştirme denemesine girişen Nietzsche, çöktüğünü varsaydığı üstün geleneksel insanî değerlerin yerine, insanlığı ve tüm ruhları kuşatıp etkileyecek ve onları tatmin ederek gerçeğin hükümranlık alanında ağırlayacak değerler inşâ edemeden, nihilizmin ve değersizliğin karanlık vâdilerinde kaybolup gider miydi?
- Basamak: Kâinatın ve onun özü olan insanın, bir var edici tarafından yaratıldığına inanmak, insanı insandan daha iyi, kusursuz ve noksansız bilen bir otoriteyi kabul etmek anlamına gelmez mi?
- Basamak: İnsanı ver eden ve onu her şeyiyle noksansız bilen mi yoksa kendisini bile tam tanıyamayan bir öze, ruha, akla sahip olan insan mı, insana dair ve ona en uygun ahlakî kuralları ve bu kuralların nasıl uygulanacağını etkili ve hakikate uygun şekilde belirleyebilir?
- Basamak: Cevapları açık ve anlaşılır olan bu sorulara rağmen, insan kendisi için kendi içinde bir otorite var edip insanlığı huzura ve mutluluğa taşıyacak ahlâki kuralları, yaratıcı üst otoriteden değil de kendisinden alma eğilimini ve o eğilime uygun kural koyma yetkisini nereden ve nasıl elde etmiştir?
- Basamak: Yoksa insan bu cesareti, insanlık macerasının başlangıcında var edici üst otoritenin tesis ettiği temel kuralı tanımayıp kendi kuralını koyarak, ateşten yaratıldığı için topraktan yaratılan Hazreti Adem'den üstün olduğunu iddia eden ve kendisine bu yetkiyi tanıyan Şeytandan mı almaktadır? Allah'ın insanlık için koyduğu temel ahlâkî kurallar ve tavsifler apaçak ortada iken ve son Peygamber Hazreti Muhammed "ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" diye buyururken, insan neden bunu tanımayarak ya da görmemezlikten gelerek iyi bilmediği insan denen varlık için ahlâkî kural koyma iddiasında bulunuyor?
Basamaklar artırılabilir ve sorular uzayıp gidebilir. Gitmeyecek olan, insanın yetersizliğinin insana dair meselelerde hâlâ çok etkin olması ve bu etkinliği sürdürme eğilimidir. Oysa bu gün dünyanın en önemli sorunu olan ahlâk ve hayat konusunda doğru çıkarımlarda ya da eskilerin deyişiyle istidlallerde bulunmak, o varlığı ve hayatı var edeni dikkate almaksızın asla mümkün değildir. Yukarıda dikkat çektiğimiz eğilimin insanlık adına müspet şeyler üretebilecek bir özelliğe asla sahip olmamasının ve olamayacak olmasının esas nedeni işte budur.
Yüzlerce yıllık insanî geçmişe baktığımızda, modern ve klasik düşünme ve sistem üretme çabalarının insanlığın mutluluğu ve huzuru adına netice alamadığı ortadadır. Kendisine her şeyiyle vakıfmış gibi kendisi için kural koyma ısrarının insana, onun eliyle bozulmuş mukaddes kitaplardan, beşeri inanç ve sistemlerden dolayı ne kadar pahalıya mal olduğu tarihin sayfaları arasında bütün gerçekliğiyle yaşamaya devam ediyor. Tahrif edilmiş kitapların gereğini yapmaya çalışınca veya kapitalizm ve sosyalizm gibi beşerî inanç ve sistemlerin kurallarını hayatın vaz geçilmezi yapınca insanın nasıl ezildiğini görmek için derin veya felsefi araştırmalar yapmaya gerek yoktur. İnsanlık tarihinin, mesela ikinci dünya savaşı gibi, insan eliyle kurgulanmış büyük felâketlerini gözden geçirmek yeterli olacaktır. İnsan acımasız bir şekilde ezilmiş ve helâk edilmiştir.
Yaratılmış bir varlık olarak insanın kendisini yaratandan daha iyi bilmesi imkansızdır. Bu nedenle insana dair sağlam ve evrensel kuralları koymak da ancak onu yaratanın hakimiyet alanında olabilir. İnsana bütünüyle hakim olmayanın ona dair noksansız kural koyması düşünülemez. İnsana bütünüyle hakim olanın koyduğu kuralları ise ancak gönderdiği elçiler vasıtasıyla insanlığa duyurduğu mukaddes kitaplardan elde edebiliriz. Lakin o kitapların da insanın tahrifatına uğramaması gerekmektedir.
Üzerinde durmaya çalıştığımız konunun daha iyi kavranabilmesi için , Medeniyetin ve kültürün başlangıcına gitmekte yarar vardır. Rahmetli Aliya İzzetbegoviç'in bu konudaki mülahazaları fevkalade önemlidir. Onun da ifade ettiği gibi medeniyetin ve kültürün başlangıcı olan Allah ve insan arasındaki ilk konuşmadan yola çıkarak, ayrıntıları kaybetmeden bu güne gelmekte büyük yarar görüyorum. Hatta sırf bu nedenle Aliya'nın Doğu ve Batı Arasında İslam isimli eserini okumak gerekmektedir. O zaman anlışacak ki, var edenin kural koyduğu temel hususlarda kural arayışına girmek faydasızdır. Bu duruma Kur'anda'ki Şuara Suresi misal olarak verilebilir. O surenin son ayetlerinde Allah şairin ve şiirin Rahmanî ve Şeytanî olan yanlarını tasvir ederek, inanan şair için dolaylı bir yoldan da olsa kural koymaktadır. Onun doğrudan kitaplarıyla ya da elçileri vasıtasıyla kural koymadığı hususlarda ancak insanın kural koyması söz konusu olabilir. Bu dahi, yaratıcının temel kurallarına aykırı olmamayı zorunlu kılan bir durumdur.
Velhasıl insan, üst otoriteyi tanımayıp ona hakkıyla inanmadıkça, kuralların yanılgısıyla baş başa kalmaya devam edecektir. Geçmişte ve bu gün karşımıza çıkan insani trajedinin kaynağında işte bu haddini aşmışlık yatıyor. Haddini aşmanın ve Allah'a karşı kural koymanın pîri ise elbette ki yeryüzünde insanı doğrudan saptırmayı, bozgunculuğu ve fesat çıkarıp Rahmani olanı unutturmayı görev tanımına dönüştürmüş olan Şeytandır. Kuralların insanî yanılgısını tesis eden, tacı tahtı ahirette elinden alınacak olan, ateşin kralı Şeytan!