*Önce kısa bir tarihî arka-plan...
Orta Doğu'nun 100 yıldır bir çıbanbaşı olan Filistin Meselesi'nin tarihî arka-plânına, övgü veya yergilere itibar etmeden, kısa bir göz atıp, bazı konuları hatırlayalım...
*
Önce, şu konuyu ifade edelim: Balkanlar- Kafkaslar ve Orta Doğu üçgeni, dünya tarihinin daima en buhranlı coğrafyası olmuş, beşer tarihin en önemli, büyük ve devamlı savaşları da bu genel olarak bu coğrafyada cereyan etmiştir. Çünkü bu coğrafya, farklı medeniyetlerin inanç temellerinin sahneye çıktığı ve birbirleriyle olumlu veya olumsuz yönde irtibata geçtiği, rekabet ettiği ve hattâ savaştığı bir coğrafyadır.
Özellikle, son 100 yıldır 'Orta Doğu' diye anılan coğrafyanın en belirgin özelliği, İslâm'ın büyük kumandanlarından Salâhaddin Eyyûbî'nin Haçlı Seferleri'ni yenilgiye uğratması ve Fatih Sultan Mehmed'in de Bizans İmparatorluğu'na son vermesinden sonra, asırlarca, 'Müslüman coğrafyası' olmasıydı.
Hatırlayalım, Moğolistan'dan çıkıp, Türkistan, Afganistan, İran, Anadolu, Suriye ve Irak'a kadar önüne çıkan her gücü ezip geçen, ve 'taş üstüne taş, omuz üstünde baş bırakmamak' şiarıyla hareket eden Moğol orduları ve hattâ beraberlerinde yola çıkan çapulcu sürüleri, etrafını yıkıp geçen taşkın bir sel gibi her şeyi dümdüz etmişlerdi. Onların istilâsı Selçuklu Devleti'nin de sonu olmuştu.
Onları Haçlı Seferleri takib etti.
Haçlı (Katolik-Hristiyan) dünyası, müslüman dünyasındaki güç odaklarının kendileri için daima büyük tehdid ve felaket olacağını hiç unutmadılar. Çünkü, müslüman güçler İber yarımadasında (bugünkü İspanya ve Portekiz'de) 780 yıl süren bir Endülüs medeniyeti tesis etmişler ve taa Puvatya'ya, Paris önlerine kadar da ilerlemişlerdi.
O sırada, Avrupa'nın doğusundan ise, bir başka müslüman güç, Balkanlar üzerinden Avrupa ortalarına doğru ilerlemeye başlamıştı. Ve milâdî-1453'de Osmanlı Padişahı Sultan Muhammed, İstanbul'u fethederek, Doğu Roma / Bizans İmparatorluğu'na son vermiş ve Avrupa derinden sarsılmıştı. Çünkü, Avrupa'ya doğudan ilerlemekte olan bu müslüman güçler, başka güçlerin istilacı ve vahşi barbarlıklarından çok uzak idiler ve savaşlarında İslam savaş hukukunu ve dahası, İslam'ın savaş ahlâkını ölçü alıyorlardı. Onların hedefleri, memleketler ele geçirmek değil, 'İlâ'y-ı Kelimetullah' (Allah'ın dinini yüceltmek) dâvası idi.
Bu ise, 'beşerî dinler'i, ölçüsünü kişi veya toplumların günün maslahat ve menfaatlerine, güçlerine, iktidar ve saltanatlarına göre kurdukları düzenleri için büyük tehdid idi. O halde, o büyük tehdidi bertaraf etmek için kısa veya uzuun vâdeli mücadele planları hazırlamalaydılar.
Nitekim, bu planlı mücadelelerin ilk meyvesi, Endülüs'ün tarihin dehlizlerine gönderilmesiydi. İstanbul'un müslüman eline geçmesinden 40 yıl geçmekteyken, rövanş Avrupa'nın güney batısından alınıyordu.
Evet, 1492'de, müslümanların Endülüs'teki 8 asra yakın hâkimiyetleri çok ağır bir şekilde son buluyordu.
O felaketin yaşandığı yıllarda, Endülüs Müslümanlarının yardım talep etmek için İstanbul'a gönderdikleri bir heyet, Padişah 2. Bâyezid'in huzurunda iken, heyette bulunan bir şahsın, Ebu'l-Beqaa Sâlih bin Şerif tarafından yazılan mersiyeyi okuması, 2. Bayezid'i çok müteessir ettiği rivayet edilir.. Merhûm Sezâî Karakoç tarafından 'Endülüs'e Ağıt' adıyla türkçeye çevrilen o 'mersiye'den, geliniz biraz da biz duygulanalım.
Çünkü, 500 küsur yıl önce Endülüs'te yaşanan faciaları, bugün, Filistin'de hele de bu sıralarda Gazze'de tekrar yaşıyoruz. Üstelik de o zaman, asırlarca Müslümanlarla barış içinde yaşamış olan Yahudiler İspanya Kralı Ferdinand'ın, bütün Hristiyanlar gibi, 'lânetli' olarak gördüğü Yahudilere, 'Çekip gitmezseniz yok etmek için harekete geçeceğim.' ihtarından sonra Osmanlı'ya sığınan Yahudiler'in bugünkü torunlarının, Filistin'de, Müslümanlara aynı zulmü, üstelik en modern silahlarla bir 'çağdaş barbarlık' halinde uygulamaları.
Bu bakımdan, 'Endülüse Ağıt'ı, içindeki bazı mekânlarını Filistin'deki mekânlarla değiştirerek 'Gazze'ye Ağıt' olarak da okumak mümkün.
Muhtevâsında anlatılan acılar ve bu felaketleri , bir macera filmi gibi seyreden bir kısım duyarsız insanların, toplumların suratına bir sille gibi de çarpıyor bu mısralar..
- Endülüs'e Ağıt (Endülüs Mersiyesi)
- Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu.
Niçin bunca gurur; maldan, mülkten, addan, sandan insanoğlu?
Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.
Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşli, bir gün bulutlu. - Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın, yarasın sana da.
Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu.
Zaman değişmek bilmez, kesin ölçülü ve hükümlüdür,
Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar, iIeri doğru işlemez oldu mu… - Zaman bu, ona ne kılıç kını dayanır ne meşhur kaleleri sultanların.
Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu
Gımdan olsa da Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu. - Nerede? De bana, o taçlı hükümdarları Yemen'in?
- De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?
Şeddâd'ın Cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
Sasanîlerin ebedî sanılan devleti ne oldu? - Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Karun, hani o dağ?
- Hani Âd, hani Adnân, hani Kâhtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal oldu onlar. Bir varmış bir yokmuş. Bir toz toprak bulutu. - O taçlar, o devletler, o mülkler, saltanatlar, bir rüyadır artık.
- Her biri, hayalden geçen gölge gibi zamandan geçip durdu.
Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara'yı uçurdu bir vuruşta;
Sola döndü Kisrâ'yı. Kisrâ'yı ne tahtı, ne sarayı kurtarabildi, korudu. - Saltanatının yeller esti yerinde, yellere hükmeden Süleyman'ın;
- Şiddetinden ötürü Sâb denen Munzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu.
Zamanın fâciaları çeşit çeşit, türlü türlüdür: O ne zengin fâcia bezirgânı!
İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.. - Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir.
- Ama İslâm'ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir ne unutturacak bir korku.
- Endülüs'e öyle bir felâket çöktü ki yok bir eşi.
Dehşetinden Medine'de Uhud, Necid'deki Şehlan Dağlar'ı yerinden oynadı,
Bir deprem ki yer yarıldı, arz boyu. - Ah! Yarımadada İslâm'a göz değdi. Yağdı belâ yağmur gibi.
Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm'ın ne namı var, ne nişanı!
Sanki hiç olmamıştı, sanki baştan beri yoktu. - Belensiye'ye bir sor, Mursiye'nin hali nicedir?
- Şatibe'nin başına gelenler? Ceyyân ne oldu?
Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba.
Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba'ya ne oldu? - Nerede Hıms'ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri.
- Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?
- Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar.
Bu güzelim vatan köşeleri kül hâline geldikten sonra yaşamak boşun boşu,
İnsan yaşamaya ne borçlu? - Yüce Şeriat, yârinden ayrılmış bir genç gibi.
Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu.
İslâm'dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan Endülüs için,
Ulu Şeriat; karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu. - Cami kilisedir artık, Hilâl yerine, Haç asılı.
Nur yüzlü Ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu...
Mihrablar ki taştandır, minberler ki ağaçtan,
Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu. - Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günü birlik işlere, dedikodulara batmış kişi!
Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlenmek ne demek uyku!
Ey göğsünü gererek benim ülkem, saltanatım diyen, kurumundan geçilmeyenler!
Siz Hıms'ı gördünüz mü? Hıms'tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu? - Endülüs'ün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu;
Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu! - Ve siz, ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan,
Yay gibi gergin Arab atlarının üstüne kurulu süvariler!
Ve siz, savaşın karanlığı, toz dumanı içinde
Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu! - Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde,
Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler;
Bir hayat kesintisiz, bir ömür boyu! - Endülüs'ten, Endülüs'ün zavallı halkından var mı haberiniz?
- Her yer onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalbleriniz meflûç mu?
Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden,
İmdat ummuş, beklemişti; son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu? - Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken
- Siz Müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!
- Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan,
Kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?
Hakk'ın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini Hakk'a adamış tek kişi yok mu? - Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi.
Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Ya Rabb, ne kaderdir bu!
Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak.
Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu? - Alçalışın örtüsü, kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını.
Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu. - Sen de şahit olsaydın benim gibi,
Onların yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey insanoğlu. - O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.
Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar, anadan yavrusunu. - Ya o kızlar ki yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki. Ve bir sabah;
Dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu içindeki - O Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler,
- (…)
- (…)
- Yürekleri parça parça, babalar kan kustu.
Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın,
Eğer o yüreklerde İslâm'dan ve imandan bir eser varsa elbet, ey insanoğlu!'
*
Ama, o zamana kadar güçlü bir deniz gücüne sahib olmayan Osmanlı Devleti, Endülüs'ün yardım taleplerine cevap verecek durumda olmadığı görmüş ve derhal bir deniz gücü oluşturmaya koyulmuş ve aradan henüz yarım asır geçmeden, Barbaros Hayreddin Paşa kumandasında 1538'de, Preveze Deniz Savaşı'nda Avrupa devletlerinin büyük ve ortak deniz gücü ağır bir yenilgiye uğratılmıştı.
*
Ama, daha sonraki asırlarda, o ruh cevvâliyeti, iç ihtilaflar veya Hanedan içi iktidar kavgalarının etkisi ve dünyada olup bitenleri takib etmekte gecikme yüzünden Osmanlı, 1699'da imzaladığı, Karlofça Andlaşması'yla toprak kaybetmeyi ilk kez kabullenmişti.
Sonrasında mı?
*
(Devam edeceğiz, inşaallah.. )
Selahaddin Eş Çakırgil