- Metafizik[1] sözü ilk defa Peripatosculardan Rodoslu Andronikos (M.Ö.I.yy) tarafından kullanıldığı öne sürülür. Aristoteles'in eserlerini Yunan abecesi uyarınca sınıflayıp tertiplerken filosofun "Birinci Felsefe" ("PrOte Filosofia") başlığı altında topladığı kitapları, "Doğa Felsefesi"nin ("Füsika") ardından geldiklerinden, Andronikos, birincilerine "Füsikadan sonrakiler" adını uygun görmüştür: Meta (art, sonra, öte, aşkın), ta (~dan, ~ki, ~a), Füsika (doğa).
- Duyularımıza açık, duyulabilir varolanlar Aristoteles'e bakılırsa, doğadadırlar (Y füsei), doğaldırlar (füsikos yahut avtofües). Mantığın biçimsel ifâde tarzları çerçevesinde, bunların, 'nasıl' ve 'neden' sorularını cevaplandıran sistemli ele alınışları, doğa araştırmalarının (füsike) işidir. Duyulara açık yahut yakın durmayanlar, doğa-araştırmaları-alanı-dışıdır. İşte bu doğa-araştırmaları-alanı- dışında kalan bir başka araştırma sahası daha var. Bu son anılana Aristoteles, 'ilk felsefe' adını takmıştır. Doğa araştırmalarından elde edilmiş sonuçların değerlendirildikleri ve yine Aristoteles'in "deutera filosofia" dediği 'ikinci felsefe'nin konusu olan varolanları (pragma) düşüncede (dianoia) kendisinden türettiğimiz 'varlığ'ı 'varlık olarak' ("to on he on") inceleyen 'ilk felsefe'dir. Varlık, âlemin, yanî hakîkatın ve onun türevi olan gerçekliğin pınarıdır. Varlığın dışında ve/ya ötesinde bir şeyi düşünemeyiz. Olan yalnızca varlıktır.
Bilimlerde ve onları sistemli bir bütünlüğe ulaştıran 'ikinci felsefe'de varlığın parçaları şeklinde düşünüp kabul ettiğimiz varolanlar araştırılırlarken, ilk felsefe, yanî metafizik, 'varlığ'ı 'varlık olarak' ele alır.[2]
Peki, varlığın varlık olarak ele alınması ne demek? Zâten zor olan felsefenin, sonuçta, en güç sorunu da budur.
Her şeyin ilk çıkışı ve son dayanağı olan varlık, kendinden menkûldür; başka bir deyişle, onun kendinden özge dayanağı bulunmaz. Buradan hareketle ilk felsefe, yanî metafizik, varlığı yine varlıktan yola çıkarak belirlemek çabasındadır. Bunu yaparken âlemin dahî başta gelen ilkeleri ile nihâî sebeplerini de incelemeğe koyulmuş olur.[3] İşte bu sebeplerden 'metafizik' yahut 'ilk felsefe', gerek 'fiziğ'in gerekse 'ikinci felsefe'nin hem temeli hem de çatısıdır.[4]
Görüldüğü gibi, terim şeklinde metafizik, geçmese bile, ilk felsefe adı altında bir çalışma alanı olarak onunla ilk defa Aristoteles felsefesinde karşılaşıyoruz. "İlk Felsefe"de Aristoteles, "varlık ve onun temel belirlenimleri nedir?" ana sorusuyla meşğûldür. Fakat bu sorunla uğraşırken temâs etmekten kaçınamadığı bir başka soru daha karşısına çıkmıştır: "Varlığın ilkaslî sebebi ve hareket ettiricisi nedir?" Bu yeni sorunla Aristoteles, "İlk Felsefe"den farklı bir alanda uğraşmağa koyulur artık. Burası 'varlığ'ı da aşan, Tanrılılığa ilişkin alandır. Bundan dolayı da burasını "İlahiyât," demekki Filosofia Theologike şeklinde adlandırmıştır.[5]
"İlk Felsefe" ile "İlahiyât" arasındaki ayırım çizgisi Aristoteles'te hep açık seçik gözükmemesi yüzünden, sonraki çağlarda onun fikir mirâsına konmuş olanlar da bu iki sahayı zaman zaman karıştırmışlardır. Oysa bu, felsefenin sınırlarını şaşırmak ve kafa karışıklığına yol açmak bakımından önemli bir hatâdır. Haddizâtında onunla sınır komşusu olmakla birlikte metafizik, ilahiyât demek değil. Sahaları birbirlerinden açık seçikce ayırdetmekte üstün bir kâbiliyet örneğini sergileyen Aristoteles, nasıl olmuş da bu hususta müphem kalmaktan kurtulamamış? Aslına bakarsak, Aristoteles'in, ilahiyât âleminde el yordamıyla yol aldığını görürüz. Bunun sebebi çok açık: Kendine kılavuzluk edebilecek bir vahiy diniyle Muallimievvel tanışmamıştır. O devirde vahiy dini olarak bir tek Yahudîlik vardı. Mevzi kalmış olması yüzünden Yahudîliği Aristoteles'in tanımış olma ihtimâli düşüktür. Tanımışsa bile, Filistine yahut Mısıra gitmediği gerçekliği göz önüne alınırsa, Yahudîliği yakından ve derinlemesine anlamış olması mümkün gözükmüyor. Bu durumun sonucu olarak hocası, üstâdı Eflâtun1 un tersine, Aristoteles, yalnızca ilahiyâtta zaaf göstermekle kalmayıp ahlâkla ilgili olarak da derin ve sağlam bir öğreti ortaya koyamamıştır.
Eflâtun un ilahiyât menşeli metafiziği ile ahlâkını nereye yerleştireceğiz? Bu hakîkatın keşfi, felsefî aklın yahut biçimselleştirilmiş düşünmenin harcı değil.
Aslında metafizik ile ahlâk, Eflâtun da ilahiyâttan neşet etmekle kalmayıp onunla sık sık içli dışlı oldukları dahî görülür. Felsefî aklın, biçimselleştirilmiş düşünmenin şart koştuğu sınıflamacılığa Eflâtun özen göstermez. Bundan dolayı Eflâtun da bâtınîlik ile metafiziğin, ilim ile bilimin nerede ayrıldıklarını kestirmek zordur. Zorluğun üstesinden, ancak 'derslerinin aklı' olan öğrencisi Aristoteles, yukarıda işâret ettiğimiz üzre, konuyu belirgin kılmaktaki zaafına rağmen, gelebilmiştir. O, bu sistemci ve sınıflayıcı aklıyla (1) metafiziğin de (2) mantığın da (3) ahlâkın da (4) bilim araştırmaları anlayışının da kurucusu olmuştur. Onun bir benzeriyle kendinden ancak iki bin yıl sonra Immanuel Kant'ın şahsında karşılaşıyoruz.
Eflâtun"da 'varlık' tek olmayıp ikidir: Tanrının varlığı ile âlemin varlığı. Ama 'öz'de ikinciyi birinciye geri götürebiliriz. İkincinin zâtı birincidedir; ikinciyi yapan yaratan birincidir de ondan: "... Yaradan (Demiurgos), dünyayı yaratmıştır (yaratmak: Demiurgein). O, iyidir... İyi (agathos) olduğundan, hasetten (fthonos) münezzehtir; yarattıklarının, olabildiğince, Kendisi gibi, iyi olmalarını istemiştir (30a). Hiçbir şey asla kötü olmamalı... İyi olanın aklı vardır; aklı bulunansa ruhludur... Bundan dolayı evreni yaratırken aklı ruha, ruhu da bedene yerleştirmiştir (30b)... İşte yaratılmış dünya Yaradanının inâyetiyle ruh ve akılla donanmış hâlde meydana getirilmiştir. O, tabiatı icâbı iyidir, âdildir" (30c). Aklıyla temâyüz etmiş varlık insandır. Akıl varlığı insanda hakkaniyet duygusu bulunur. Nitekim, "derecesi nice olursa olsun, hakkaniyet duyuşunu taşıyan bütün insanlar, önemli olsun olmasın, koyuldukları her işde Tanrıya yakarırlar, Onu zikrederler" (27c) —"Timaios."
- Yaratmayla yaratılmışlık ortaya çıkar. 'Yaratılmışlığ'ın bir vechesi, 'varlık', ötekisi 'akıl', nihâyet üçünsü 'iyilik'tir. Akıl, varlığa; iyilikse, akla içkin kuvvelerdir. 'Akıl', 'varlık'ta fiilleştikce, 'iyilik' de kendini belli eder, görünüme çıkar. Mutlak Varlık Tanrıdır —Tasavvufun 'Vâcibivucud'u. Neden? Çünkü O, kuvveden münezzeh olup Salt fiildir. O, ezelî ve ebedî canlı fiildir.
- Mutlak Akıl, Mutlak Varlıktadır. 'O', insanın dialektik-düşünen-aklın- dan yalnızca boyutca değişik olmayıp özden bambaşkadır. Alıcılık esâsına dayalı 'anlayan', 'kavrayan' insanın 'dialektik-düşünen-akl'ından farklı olarak Tanrınınkisi, Kanfın deyişiyle, intellectus originarius, yanî 'kendinden oluşturucu'dur. Kendinden oluşturuculuk, özge bir şeye ihtiyâç duymadan meydana getirmektir. Bu mutlak meydana getirme, oluşturma yetisine de yaratma diyoruz. Mutlak meydana getirme olayında başlangıc ile son, had ile hudut söz konusu değildirler. Allahın zâtı demek olan Ruhun düşünme-yaratma ediminin tezâhürü akıl, kendini oluştururken kendine bilkuvve içkin olan 'varlığ'ı da meydana getirir. Haddizâtında 'Mutlak Asl'ın yaratma etkinliği dur durak bilmez, her lahza işdedir, iş üstündedir.[6]
İmdi, dünyanın durumu nedir? Başlangıcı varmı? Soruya Eflâtundun cevabı, "vardır..." şeklindedir: "Yaratılmış olanın, zorunlulukla, nedeni de bulunur (28c)... Yaratılmış olanın, mutlaka, nedeni de yaratanı da bulunur... Dünyanın da atası ve yaradanı var... Bu Yaradan, iyidir, âdildir. Bundan dolayı yarattığı da iyidir, âdildir. Bu bildirdiğimiz hakîkatın kanıtı, Evrenin düzgünlüğüdür" (29a)
- "Timaios". Evren, şu hâlde, Eflâtun' a kalırsa, âhenkli (sümfönos) ve orantılıdır (sümmetros). Aksi takdîrde, müzik ile matematik olmazdı. İkisi de farklı cephelerden 'varlığ'ın 'iyilik-güzelliğ'ini tebârüz ettirir.
Herakleitos (550 - 480) ile Eflâtun' un Logos, Hegel in ise Idee dediği 'akıl', 'varlığ'ı doğurur ve onda 'gizli güç' olarak bulunmağa devâm eder. 'Gizli güç' olarak bulunduğu 'varlık'tan, her defasında, 'iyilik-güzellik' (agathos-kallos) olarak biçimlenerek çıkar ve tanıştığı 'varolanlar'a 'iyilik-güzellik' ölçüsünde 'biçim' verir. Zâten Eflâtun'a bakılırsa, 'yapmak-yaratmak' 'biçimlemek'tir. 'Biçimlenmişlik' de (eumorfos), 'güzellik' demektir. 'Biçimlenmemişlik', 'kargaşa'dır (khaos). Buysa, güzelliğin olmaması, 'çirkinlik'tir (aiskhos); ve 'iyiliğ'in eksikliği, yanî 'kötülük'tür (kakon). Tanrı, nitekim kargaşaya şekil vermek sûretiyle 'biçimlenmiş düzgünlük' demek olan Kosmosu ortaya çıkarmıştır.[7] Kargaşada hiçbir şey, zaman ile mekân dahî, kısacası, varlık bulunmaz. Kargaşa, şu hâlde hiçliğin anlamdaşıdır.
Varlıklar kavramlar; varolanlarsa, olaylar yahut süreçler biçiminde tezâhür ederler. Şu durumda metafizik dışındaki ortamlarda varlığı kavram, varolanları da olay yahut süreç diye anmak daha yerinde olur.
Varolanların varlık aslı esâsı, demekki eidoslar yahut idea, Tanrıdadır ve Onunla birlikte ezelî ve ebedîdirler. Varlık, öyleyse eidosun uyanık-ayık akıldaki izdüşümüdür. İşte eidosun, akıldaki —demekki «ustaki— 'izdüşümü'ne 'kavram' diyoruz.
İnsan 'ben'inin dışında kalan dünyaya, eidos, varolan biçiminde yansır. Zaman ile mekâna gelince; onlar, varolanları birbirlerine göre belirleyen koordinatlardır. İnsan, dış dünyada karşılaşıp duyularıyla algıladığı (Y aisthesis) varolanları aklında ışıyan uygun kavramlarla buluşturmak sûretiyle keşfeder. Bilgilerini böylelikle arttırır. Süreklice yaratma hâlindeki Tanrıysa, her şeyi bütünlüğüyle bilir —bkz: "Timaios".
Eflâtun'un zihin etkinliği, görüldüğü gibi, belirli bir gâyeye kilitlenmiştir. O da ahlâktır. Onun özüyse, 'iyilik'tir. Ahlâk, insanı iyiliğe götürecek yolları çizen bir 'harita'dır. Asıl ve zâtî olan iyiliktir. Tanrınınki de öyledir. İyiliği keşfetme çabaları, şu durumda, Tanrıyla buluşma gayretinden gayrı bir iş değildir. Keşfetmek, zâten bildiğini açık seçik kılmaktır. Zâten bildiğini açık seçikce bilmekse, bilinçlenmektir. Zâten bildiğini açık seçik kılmaktan beri durmak, bilgisiz-bilinçsiz kalmaktır. Böyle kalmaksa, hatâ işlemektir. Zâten bildiğini unutmamak, tersine, onu insana açık seçik kılmak, aklın görevidir.
- Akıl, Tanrının, Varlık[8] zâtı olan Ruhundan insana ihsânıdır.[9] Şu hâlde akla uymamak, boş vermek, ilahî armağanı reddetmektir.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[1] 'Metafisique'in '~que' soneki, Fransızcada hem isim, hem sıfat görevini görmektedir. Bu sebeple 'metafizik'in '~ik'i Türkcede de hem isim, hem sıfat olarak kullanılır. Başka bir anlatışla, sıfat olarak kullandığımızda, 'metafizik'e '~sel' ekini iliştirmemizin âlemi yok.
Bu bölümün başlığı olan "Metafizik Sorunu"na gelince; o, bir isim tamlaması olup 'metafizik' burada tamlayandır. 'Sorun'sa tamlanan olduğundan, 'i hâli' sonekini alır.
[2] Bkz: Aristoteles: "Metafizik", "G" kitabı, I. bölüm, 1003 a 20.
[3] Bkz: Aristoteles: A.g.e., 1003 a 25.
[4] Bkz: Aristoteles: A.g.e., 2, 1004 a 1.
[5] Bkz: Aristoteles: A.g.e., "E" kitabı, 1, 1026 a 19.
[6] Krz: Ar 'el-halk el-mustemir': 'Sürekli yaratma' —bkz: Rahmân/ 55 (29).
[7] Bkz: "Timaios", 30a, b, c&55c.
[8] Bir tek, Tanrının varlığı ile varoluşu çakışırlar. Onun dışında ne varsa, yaratılmış bulunduğundan, 'varlıklar', kendilerine tekâbül eden 'varoluşlar'a tekaddüm ederler. Bundan dolayı da 'öz', 'varoluş'tan önce gelir.
'Varlık', 'kuvve'; 'varolma' ise, 'fiil'dir. 'Kuvve', 'fiil'den önce geldiğine göre, 'varlık' da, 'varolma'yı önceler. Bir tek, Tanrı, kendi 'fiil'inin aynı zamanda 'kuvve'sini taşır.
[9] Akıl yoluyla insan, Tanrılıktan pay alır: "Anthröpos uraranion (semâvî olandan) füton, uk engeion"
- "Timaios", 90a.