Yeni inşâ olunan veya tâmirle yenilenen binaların -çoğu zaman kapıları- üzerine o binayı tanıtıcı mâhiyette konulan yazılara kitâbe adının verildiğini tarihle uğraşan herkes bilir. Eski bir Osmanlı deyişine göre: "Kitâbeler, binaların taş üzerine kazınmış tapu senedleri mesâbesindedir". Resmî kayıdlardaki tapulardan farklı olarak, bu taş senedlerin ekseriya manzum şekilde yazılmasının yanısıra, son mısra veya beyitde de ebced hesabına göre inşa yılının tesbîti cihetine gidilir; bunu tanzim eden devrin mȗteber şairleri de "bina sahibinin maddî hediyesi" demek olan "câize" ile taltif edilirlerdi.
İş, bununla da bitmiş olmazdı. İslâm medeniyetinin en dikkate değer dallarından biri olan hat san'atı da, bu yazılan tarih manzumesine estetik cihetten takviyede bulunursa, ortaya emsalsiz sayılabilecek kitâbe örnekleri çıkardı. Ancak, her kitâbenin hat san'atı kāidelerine uygun bir vasıfla yazılmış olduğu da söylenemez.
Usta bir hattatın kamış kaleminden kâğıda dökülen hüsn-i hat, tashih edilerek nihâi haline getirildikten sonra, harflerin kıyılarından sıkça iğnelenerek yazının kalıbı elde edilir; kitâbenin işleneceği mermer levhanın üzerine kömür tozu yardımıyla silkelenen satırlar, taş ustasının kullandığı çelik kalemle -hattı bozmadan- kabartma olarak mermere işlenirdi. Varak altınla kaplanan yazılar, zemin de koyu renge (neftî, siyah, vişne çürüğü…) boyanınca, âdeta fışkırır gibi ortaya çıkardı.
Hattatların yazdıkları kitâbeye imza koymaları da önceleri hiç yaygın değildir. Fatih/ II.Bayezid devirlerinde Ali Sȗfî'nin celî sülüs birkaç kitâbesi bu konuda istisna teşkil eder. Celî ta'lîkde ise İstanbul'da en eski imza sahibleri Durmuşzâde Ahmed (ö.1717), Kâtibzâde Mehmed Refî'(ö.1768) ve Veliyyüddin (ö.1768) efendilerdir. Daha sonrasında celî ta'lîk kitâbelerin imzalanması mȗtad haline gelmiştir. XVIII. asrın büyük ismi Yesârî Mehmed Es'ad Efendi'nin (ö.1798) çoğu kitâbeleri imzalıdır; oğlu Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi (ö.1849) de aynı anlayışı sürdürmüştür.
Osmanlılar'da kitâbelerin yazılması maksadıyla kullanılan hat cinsi önceleri celî sülüsdür. Bu yazı, Arapça kitâbete uygun biçimde hareke ve hurûf-ı mühmele işâretlerinin konulmasıyla yazılır ve okunur. Esasen, Osmanlının ilk asırlarında kitâbe lisânı olarak Türkçe yerine Arapça geçerlidir. Zaman içinde Türkçe kitâbeler de görülmeğe başlanmıştır. Yine XV. yüzyılda İran'dan Osmanlı topraklarına yeni bir hat nev'i olarak intikāl eden ta'lîk, bu hususta çok geniş ufuklar açmıştır.
Şimdi kısaca bu yazıyı tanıtalım: Tevkî' hattının Îran sâhasında geçirdiği istihâle sonunda ortaya çıkan kadîm ta'lîkın harflerine zaman içinde kazandırılan yarı beyzî karakterle, farklı görünüşdeki bu hat cinsi, XIV. yüzyılın ilk yarısından îtibaren -daha ziyâde resmî yazışmalarda-kullanılmağa başlamışdı. Kadîm ta'lîkı nesh ettiği, yani ortadan kaldırdığı için adına nesh-ta'lîk denildiği kabul edilir. Zamanla aradaki "hı" harfi düşerek kullanıldığı yerlerde nesta'lîk adını alan bu yazıya Osmanlılar, kendi topraklarına geldikten sonra sadece ta'lîk hattı demeyi tercih etmişlerdir.
Bir inceden sonra bir kalın kalem hareketiyle ortaya çıkarılan bu yazıdaki harf dönüşleri, görenlere âdeta kırlangıcın uçuş biçimini hatırlatır. Bu sebeble, Osmanlı şâir ve ediblerinden Dr. Cenab Şahabeddin (1870-1934), bu kuşlardan bahsettiği bir nesrinde onları "ta'lîk uçuşlu" olarak vasıflandırır. Anılan hattın Osmanlılarda bu kadar revaç bulmasında, harflerinin zarâfeti kadar, harekesiz olarak yazılmasının da rolü bulunsa gerektir. Çünkü bu hususiyeti -Farsçada olduğu gibi- Osmanlı Türkçesi'nin imlâsına da münasib düşmektedir.
Ta'lîk hattının, ağzı takriben 2 mm.'yi bulan kamış kalemle yazılmış şekli meşkler ve mâil kıt'alar için kullanılır (Bu ölçüye İran sahasında çârdank adı verilir). Bilhassa kitap yazımında çok görülen ince (hurde/hafî) ta'lîk hattıyla da çok eserler (başta: dîvânlar) kaleme alınmıştır. Aynı yazının ağzı geniş kalemle yazılan iri biçimine celî ta'lîk denilir. İşte bu hatla levhalar yazıldığı gibi, hususiyle XVII. yüzyıldan îtibaren –âyet ve hadîsler dışındaki- kitâbe yazılarının pek çoğunda işte bu celî hattı kullanılmıştır. İstanbul'daki –bu güne kadar görebildiğimiz- en eski düzgün bir celî ta'lîk kitâbe Sokullu Mehmed Paşa'nın (ö.1579) Eyüp'deki türbesi üzerinde yer almaktadır. Aslında celî ta'lîk kitâbelerin bu şehirde yaygınlaşması, Safevî devrinin dâhî nesta'lîk üstâdı Mîr İmâdü'l-Hasenî (ö.1615) tavrının, talebesi Buhâralı Derviş Abdiyyü'l-Mevlevî (ö.1647) eliyle İstanbul'a intikālinden sonrasına âiddir. Derviş Abdi'nin talebesi Tophaneli Mahmud'dan (ö.1669) ileriye doğru, Siyâhi Ahmed (ö.1688), Durmuşzâde Ahmed, Kâtibzâde Mehmed Refi', Dedezâde Mehmed Said (ö.1759) isimli hattatlar yoluyla yürümüştür. Bu şecerede yer almamakla beraber, Durmuşzâde'nin bir diğer talebesi olan Şeyhülislâm Veliyyüddin Efendi de XVIII. yüzyılın unutulmayacak ta'lîk-nüvislerindendir ve kitâbe olarak İstanbul'da haylı eser bırakmıştır.
Dedezâde'nin, sağ tarafı -anadan doğma- meflûç olduğu için sol eliyle yazan ve bu sebeple "Yesârî" lakabıyla anılan Mehmed Es'ad Efendi adındaki talebesi tarafından, o zamana kadar İstanbul'da da İmâdî üslûbda yazılan ta'lîk hattına Osmanlı-Türk şîvesi kazandırılmıştır.
Bu makalenin ana konusu olan Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi, işte bu Yesârî Es'ad'ın özene bezene yetiştirdiği -âdeta celî ta'lîk yazmak için yaratılmış olan- oğludur; babası gibi solak da değildir. Kendisi İstanbul'da dünyaya gelmiştir, lakin kesin doğum tarihi bilinmemektedir. Ancak, küçük yaşında meşke başladığı ta'lîk hattında babasından hicrî 1202 (1788) yılında icâzet aldığı (Resim 1) ve hicrî 1206 (1792)'de yine baba-oğul beraber Hac farîzası için Hicaz'a gittikleri göz önünde tutulursa, 1770'lerin başında doğduğu tahmin olunabilir. Yesârî'den icâzetname (TSMK, GY.324/17 ) aldığı yıl Mehmed Emin Bey (İ.Ü. İbnülemin Kütübhânesi), hicrî 1203 (1789)'da da Osmanü'l-Üveysî (TSMK, GY.324 ) ayrı kıt'alarla bu icâzeti tasdîk etdiler. İlimle uğraşmadığı ve yeterli tahsil görmediği hâlde, Osmanlı Devleti'nin gerileme devirlerindeki teâmüle uyularak, kendisine ilmî pâyeler (mollalık, müderrislik, kādılık, kādıaskerlik...) verildikden sonra, fiilen Anadolu Kādıaskeri (1839) oldu. Sultan II.Mahmud'un, Yesârîzâde'yle sıksık birlikte görülme sebebini Keçecizâde İzzet Molla'ya (1786-1829) sorması üzerine, Molla'nın: "Efendi dâîniz yazar, bendeniz de biraz okurum. İkimiz bir araya gelirsek okuryazar bir adam oluruz" cevâbını vermekle, Yesârîzâde'nin ilimden nasîbi olmayışına bu nüktesiyle işaret ettiği söylenir. Mustafa İzzet Efendi 1842'de Takvîm-i Vekâyi' isimli Osmanlı resmî gazetesinin basıldığı Takvimhâne'nin nazırlığına tâyîn ve ertesi yıl azl edildi. Bu vazîfesi sırasında Matbaa-i Âmire'nin idaresini de yürütdü. Bizde, hurde ta'lîk hattı ile kitâb basımına, Yesârîzâde'nin yazdığı harflerden dökülen kalıblarla ve onun nezâretiyle 1842'de başlanmışdır. İlk basılan eser Kasabbaşızâde İbrahim Efendi'nin Risâle-i Îtikâdiyye'sidlr.
1846'da fiilen Rumeli Kādıaskerliği'ne getirilen Mustafa İzzet Efendi, 2 Şaban 1265'de (23 Haziran 1849) vefat ederek, Fâtih Câmii'nin Haliç tarafında kalan Tûtî Abdüllatif Efendi Medresesi'ndeki küçük hazîrede gömülü bulunan ve 1213/1798'de kabir kitâbesini yazdığı babasının yanına defnedildi. Bu semtin 1917'de yangın geçirmesinden sonra (Resim 2), caddenin genişletilmesi kararlaştırıldı. Hazîrenin de yola gitmesi üzerine, tahminen 1925 yılında mezar kitâbeleri Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'ne kaldırıldı, bir müddet geçince Fâtih Câmii hazîresine getirilip dikildi. Ancak, her iki üstâdın nakledilmeyen kemik bakıyyeleri şimdilerde adı Yesârîzâde olan caddenin altında kalmışdır. Yesârîzâde'nin mezar kitâbesi, Ali Haydar Bey (1217/1802-1287/1870) tarafından celî ta'lîk hattı ile yazılmışdır.
Babasının gerek hayatta olduğu, gerekse vefatından sonraki yıllarda, Yesârîzâde'nin hattını Yesârî'ninkinden ayırd etmeğe imkân yoktur. Görülen en eski kitâbesi hicrî 1209 (1794) tarihlidir ve Tersane-i Âmire'deki darağacı (maçuna) taşı üzerindedir. 74 beyitlik bu kitâbenin kalıbı vaktiyle Necmeddin Okyay (1300/1883-1396/1976) üstâdımda imiş; kendisi, uzun yıllar bunun Yesârî hattı olduğu kanaatini taşımış. Kitâbenin şimdilerde İstanbul'daki Deniz Müzesi'nde (env.nu.168) bulunan aslını (Resim 3) ve altında da Yesârîzâde Mustafa İzzet imzasını görünce, hattı îtibâriyle oğulun babaya olan benzerliğine karşı hayretler içinde kaldığını söylemişti. Kendisinin yine gençlik yıllarına hicrî 1217 (1802) âid imzâsız bir çeşme kitâbesi de Fındıklı, Mollabayırı sokağındadır (Resim 4). Herhalde, celî ta'lîkteki bu üslûb yakınlığı dolayısıyle: "harfleri babasının celî kalıblarından silkeleyip aktarıyor" dedikodusu çıkarılınca, o da Yesârî'nin vefatının üzerinden zaman geçmesiyle, kendisinden sonrakiler tarafından "mekteb" kabul edilen celî ta'lîk tavrını hicrî 1230 (1815)'de tam mânâsıyla yakaladı ve 1824'den sonra hattatlığının zirvesine vararak –son birkaç yaşlılık yılı dışında- bunu ömrünün nihayetine kadar da muhafaza etti.
Türk ta'lîk hattını bilhassa celîde erişilmezlik noktasına çıkaran Yesârîzâde, 60 yıl kadar devam eden san'at hayâtında durup dinlenmeden yazmışdır (Resim 5); vefatından sonra, terekesinden altmışbeşbin (65.000) satır celî ta'lîk kalıbı çıkdığını Hattat Sâmi Efendi (1838-1912) rivâyet etmekdedir. Kalem hâkimiyetine misâl olarak da Hattat Filibeli Ârif Efendi'nin (1836-1909) anlattıkları zikre değer: Nun gibi ta'lîk hattında mîyâr sayılan bir harfi birbiri üstüne bindirerek kâğıda önce sağdan sola, sonra aksi yönde birçok kereler sür'atle yazar, hat meraklıları bunları dikkatle ölçdüklerinde her harfin birbirine mutabık gelişine hayran kalırlarmış. Yesârîzâde'nin, düz satıra göre yazılması hayli müşkül olan dâirevî (deveboynu) satırlı (meselâ Alay Köşkü, 1235/1820; Nusratiye Sebili, 1242/1846) kitâbeleri de o devrin barok veya ampir tarzındaki mîmârisiyle hoş bir uyum sağlamışdır (Resim 6).
Yesârîzâde Hicaz, Mısır, Rumeli gibi o çağda Osmanlı Devleti'ne dâhil olan topraklarda da yeniden inşâ veya tamir edilen âbidelere kitâbe yazmışdır. Bunlardan Şumnu, Varna (Bulgaristan), Kavala (Yunanistan) ve İskenderiye (Mısır) şehirlerindeki kitâbeleri devrimize kadar gelebilmişdir. Zamanla yok olanlar hesaba katılmasa bile, bugün İstanbul âbideleri üzerinde imzasıyla 100'den fazla kitâbesi kalan yegâne hattat Yesârîzâde'dir, başka hiç bir üstâdın bu kadar kitâbesine rastlanmaz. Kendisi menâzır (perspektif) ilmine de vâkıf olduğundan, yükseklere asılacak celî ta'lîk yazıların harf cesâmetini ayarlamasını ve konulacağı yere göre harf ölçülerini geniş tutmasını çok iyi bilirdi. Bu mahâretine dâir bir müşâhedemi nakletmem gerekir: Merhum hattat Mâcid Ayral (1891-1961), koleksiyonunda bulunan Yesârîzâde'nin Sultan II.Mahmud Türbesi hazîre kapılarındaki 1255/1839 tarihli kitâbesinin kalıplarını 1960 yılı içinde birgün yanında getirip bana göstermişti (Resim 7). Hattının akışına hayran oldumsa da, harflerin çanak ve kâselerinin alışılmıştan geniş ve derin, keşîdelerinin de biraz daha uzun tutuluşuna hayli şaşırmıştım. Ertesi gün ziyaretine gittiğim üstâdım Necmeddin Okyay'a bu durumu naklettiğimde, gülümseyerek: "Hele sen bu yazıları bir de bulunduğu yerde karşısına geçip seyret, evlâdım" dedi. Vakit geçirmeden kitâbeleri yerinde görmek için Türbe'ye gittim. Hakikaten, en az 5 metre yükseklikte kalan kitâbede o geniş, derin veya uzun yazılmış harflerden eser yoktu; herşey yerli yerindeydi (Resim 8). İşte o zaman Yesârîzâde'nin dehâsına bir daha hayran olmuştum. Kendisine kitâbe siparişinde bulunulduğunda, o da celî sülüsün alemdârı Mustafa Râkım (1758-1826) gibi, istenilen kitâbenin nereye konulacağını sorar ve gidip yerinde incelermiş. Buna mukābil yere yakın seviyedeki kitâbelerinde hiç de böyle bir ölçü değişikliğine rastlanmaz. Bir örnek gerekirse, Bendler'deki 1233/1818 tarihli Sultan II. Mahmud Bendi hatıra gelir (Resim 9).
(Yazının devamı gelecek hafta…)
Resim 1: Yesârîzâde'nin babasından aldığı ta'lîk icâzetnâmesi (TSMK, GY-324/17)
Resim 2: Yesârîzâde'nin ve babasının kabirlerinin 1917'deki Fâtih yangınından sonraki hâli.
Resim 3: Yesârîzâde'nin 1209/1794 târihli bilinen en eski kitâbesi (Deniz Müzesi, env.nu 168).
Resim 4: Yesârîzâde'nin 1217/1802 târihli eski kitabelerinden.
Resim 5: Yesârîzâde'nin sür'atli kaleminden çıkan Mesnevî'nin 3 beyti.
Resim 6: Yesârîzâde'nin deveboynu satırlarla yazdığı Alayköşkü kitâbesi.
Resim 7: Yesârîzâde'nin Sultan II. Mahmud hazîre kapılarındaki kitâbesinin kalıblarını 1960 yılında inceleyen Uğur Derman.
Resim 8: Yesârîzâde'nin Sultan II. Mahmud hazîre kapılarındaki kitâbesi.
Resim 9: Yesârîzâde'nin bendlerdeki celî ta'lîk kitâbesi.
Prof. Uğur Derman