İsrail hangi yöntemlerde kurulduysa bugün aynı yöntemlerle genişlemeye devam ediyor. Yüzyılı aşkın bir süredir devam eden bu hikayeyi anlatacak değilim. Ancak iki noktayı hatırlamakta yarar var: Siyonizm Kongresinin desteği ile gerçekleşen Yahudi göçleri ve İngilizlerin oynadığı rol.
Yahudilerin en bildik organizasyonu olan ve 1897'de Basel'de toplanan Siyonizm Kongresi, Filistin topraklarında bir devlet kurulması fikrinin somut bir hedefe dönüştüğü organizasyon olarak bilinir. Daha da önemlisi, henüz bir devlete yani Yahudiler adına politik bir karar verme yetkisine sahip bir kurumdan yoksun olan Yahudiler adına bu boşluğu doldurmaktaydı. Bu tarihten itibaren hem Filistin topraklarına Yahudi göçleri hızlanmış hem de 1901'de kurulan Yahudi Ulusal Fonu aracılığıyla toprak alımları oldukça hızlanmıştır. Toprak kazanımının bu fon üzerinden yapılmasının amacı, toprakların satılmasının önüne geçmekti. Bu tarihten sonra Kongre'nin düzenlediği organizasyonlarla dünyanın çeşitli yerlerinden Yahudiler zorla bu topraklara tehcir ettirilmeye başlandı. Böylece Filistin'de bir devlete sahip olmak için gerekli ilk adımlar planlı bir şekilde atılmaya başlandı.
Öte yandan yine Kongre'nin desteği ile kurulan Yahudi örgütleri Birinci Dünya savaşının karmaşasından yararlanarak Müslümanların yaşadıkları bölgeler katliamlar gerçekleştirerek buraları boşaltmaktaydı. İsrail'in ilk Başbakanı Ben-Gurion başta olmak üzere neredeyse güvenlik sektörünün bakanları ve üst düzeyli bürokratlar bu çetelerin kurucularındandı. Ben Gurion, İsrail Silahlı Kuvvetlerinin temelini oluşturan Haganah örgütünün lideri idi. Bu örgütün temel görevi İngilizlerin Yahudi göçünü engellemeye çalıştığı yıllarda Avrupa'nın çeşitli yerlerinden göç organizasyonları düzenlemek ve göç edenlere yer açmaktı. Yani Müslüman Arapları yaşadıkları yerden tehcir ettirmekti.
Siyonist Kongre yöneticileri aynı zamanda bu tehcire uluslararası destek bulmak için yoğun bir mesai harcamaktaydı. Sahip oldukları zenginlikleri, savaştan yorgun düşmüş ve ekonomileri bozulmuş olan Avrupa ülkeleri nezdinde bir silah olarak kullanmaktaydılar. Çabaları sonuç verdi ve 2 Kasım 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Lord Rothschild'e İngiliz hükümeti adına gönderdiği mektupta şu ifadeleri kullanmıştı: "Majestelerinin hükümeti Yahudilere Filistin'de bir yurt tesisi fikrini hararetle desteklemektedir. Bu maksatla ne gerekiyorsa yapılacaktır. Filistin'de yaşayan ve Yahudi olmayanların medeni ve dini haklarının zarar görmemesi için de azami gayret gösterilecektir". Dikkat edilirse deklarasyon iki noktayı dile getirmekte. Birincisi Filistin topraklarının bir Yahudi yurduna dönüştürülmesi için verecekleri destek, ikincisi ise bu topraklarda yaşayan diğer unsurların haklarının korunması. Geldiğimiz noktada İsrail'e yapılan vaadin diğer unsurların yok edilmesi pahasına fazlasıyla gerçekleştiğini ifade etmek mümkün. Meşhur yorumla söyleyecek olursak tarihte ilk defa bir devlet bir başkasına ait olan toprağı üçüncü bir tarafa tahsis etmekteydi.
Deklarasyonun ilan edildiği 1917'de nüfusun % 8'ini (yaklaşık 60 bin) oluşturan Yahudiler Filistin topraklarının % 2.5'ine sahipti. Bu tarihte Müslüman Araplar ve Hristiyanların toplam nüfusu ise 700 bin civarındaydı. Manda yönetiminin sona erdiği tarih olan 1947'de ise % 31'e ulaşan Yahudi nüfusu toprağın % 6-7'sine sahip olabilmişti. 1948 ve 1967 savaşları sonrasında bu denge İsrail lehine oldukça trajik bir değişim geçirdi. İsrail yerleşim yoluyla devam ettirilen işgal politikaları sonucunda bugün Filistin topraklarının % 80-90'ını kontrol altında tutuyor. Bu rakamlar Siyonizmin uç fikirlerinden biri olan "halksız toprağa topraksız halk" ilkesinin hayata geçirildiğini düşündürüyor.
TRUMP YENİ BALFOUR MU?
Donald Trump Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak kabul edilen kararın uygulanacağını ilan ettiği konuşması yüzyıllık bu hikaye çağrıştırdı. Yüz yıl sonra yine bir devlet bir başkasının sahibi olduğu bir toprağı –üstelik kutsal bir toprağı- bir başkasına vermektedir. Trump bu kararı ideolojik saikler ya da iktidarda kalmak için almış olabilir. ABD çıkarlarından ziyade kendi çıkarlarını öncelemiş de olabilir. Bunlar artık hiç önemli değil. Çünkü maalesef bu karar İsrail'in İslam topraklarındaki varlığını perçinleme etkisine sahip olacaktır. Dahası Trump'tan sonra gelecek bir Amerikan başkanının bu kararı geri alması söz konusu olmayacaktır. Nasıl ki İsrail yüzyıl önce bir kere yerleştiği topraklarda sürekli genişleme yoluna gittiyse bu karar İsrail açısından yeni bir dönüm noktası olacaktır.
Yüzyıl önce Osmanlı devleti çökerken bile Kudüs için de, Medine için de mücadeleden geri durmadı; ancak toprak gaspının önüne geçemedi. Osmanlının çöküşünün ardından İslam dünyası İsrail'in devam ettirdiği toprak gaspı, uyguladığı katliamlar ve nihayetinde kutsal belde Kudüs'e el koyması karşısında zayıf bir konumda.
Bu tabloya rağmen çaresiz olduğumuz ve yapılabilecek hiçbir şey kalmadığı sonucuna varılmamalı. Ancak gerçekçi olmak durumundayız.
Bugün kendi içinde çatışma yaşayan İslam dünyasının, Kudüs için bir araya gelip gelmeyeceğini tartışıyoruz. Bu yönde Türkiye'nin önemli bir çaba harcadığını da görüyoruz. Bu çabaların hangi düzeyde bir karşılık bulacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak İslam dünyası birleşemeyecek durumda ise belki yeni şartların yolunu açmalı ve yeni işbirliği alanlarını zorlamalıyız.
Bunun için de ayağımıza dolaşan çalılıklardan kurtulmamız gerek.