Son dönemlerde Ortadoğu'da meydana gelen bir çok gelişme İran'ın çevrelenmesi ya da sınırlandırılması üzerinden yorumlanıyor. Sanki ortada bu amaca yönelik bir strateji varmış da tıkır tıkır işliyormuşçasına bir hava esiyor.
Gelgelelim bu yaklaşım çok gerçekçi temellere dayanmıyor. Hatta bu "sınırlandırma"nın ne anlama geldiğini bile bilmiyoruz.
İran'ın kendi vekilleri hariç İslam dünyasını rahatsız eden yayılımı, Suriye'nin kan gölüne dönmesinde oynadığı rol ve ayrıştırıcı siyaseti ortalama Müslüman ahaliyi fazlasıyla rahatsız etmiş durumda. Henüz bir kaç yıl önce "vahdet" gibi kuşatıcı bir söylemi kullanan İran'ın düştüğü bu durum pek iç açıcı değil. Dahası hem sıradan insanlar hem de bir çok siyasi aktör bu söylemin mezhepçiliğin üstünü örten bir perdeden başka bir şey olmadığını düşünüyor. Bu durumdan duyulan rahatsızlık, bir çok gelişmenin kendi bağlamından koparılarak bu amaca matufmuş gibi yorumlanıyor.
Aslında İran'ın bu beklenti ve hissiyat üzerinde dikkatle düşünmesi gerekiyor. Bu coğrafyanın ortalama insanı bugün İsrail, ABD ya da Suud eliyle İran'a yönelik bir müdahale beklentisi içine girmiş durumda. Bu beklentinin doğruluğu, yanlışlığı bir yana ama bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Dahası böylesi bir senaryo gerçekleştiğinde İran'ın yüzünü döneceği ne bir ülke ne de kamuoyu var. Bu durum yalnızca İran'a karşı beslenen olumsuz duygulardan kaynaklanmamakta; bununla beraber İran'ın –kendi vekilleri dışında- elini uzatacağı bir güç merkezinin kalmamış olmasından kaynaklanıyor.
Gerçekten olan bitenlere baktığımızda İran'ın neredeyse bütün bölgede Şii milisler üzerinden bir yayılma gösterdiğini görüyoruz. Şii nüfus milis kuvvetlere dönüşmüş durumda.Nasıl ki 2003 işgali ile birlikte İran Irak'ta fiili kontrol kazandıysa bugün aynı şey, Suriye ve Yemen için geçerli. Kısa bir süre sonra Hizbullah'a benzer örgütlerin bir çok ülkede birer paralel ordu olarak ortaya çıkması sürpriz olmayacak. İran'ın sınırlandırılması gerektiği fikri bu tablo karşısında tartışılıyor.
ABD'NİN İRAN PLANI VAR MI?
Trump'ın iktidara gelişi ile birlikte bu fikrin hız kazanacağına dair beklentiler de arttı. İran'a karşı geliştirilecek herhangi bir hamleyi ise en çok İsrail ve Suudi Arabistan destekliyor. Hal böyle olunca Suudi Arabistan'daki taht kavgaları da İran'ın sınırlandırılması bağlamında yorumlanıyor.
Ancak böylesi bir senaryo için ABD'nin taşın altına elini ne kadar sokacağı sorusu ıskalanıyor. Ancak Trump yönetiminin yüksek perdeden konuşmasına rağmen İran'a karşı bir stratejiye sahip olduğunu düşündürecek emareler yok. İran'ın sınırlandırılması bir yana, aslında nükleer müzakerelere ilişkin bile bir stratejisinin olmadığını yakın geçmişte gördük.
Buna rağmen Suud eliyle İran'a karşı başlatılacak bir askeri operasyon ya da operasyonların sonuç almasını beklemeyelim. Bunun ip uçlarını Yemen'de gördük. İsrail-Suud ortaklığında Lübnan'da benzer bir hamle de sonuç almayacaktır. Çünkü vekalet savaşları döneminde yaşıyoruz. Dolayısıyla böylesi bir operasyon ya Hizbullah'ı yıpratmaktan öteye gidemeyecek. Yerel aktörlerin devreye girmesi durumunda ise Lübnan iç savaşa sürüklenecektir.
Dahası Lübnan'a karşı başlayacak bir operasyon, İran'ı Bahreyn'de cevap vermeye itecektir. Böylesi bir senaryo Burhanettin Duran'ın deyişi ile ikinci bir kaos dalgası anlamına geliyor. Kayda değer siyasal bir değişim yaratması mümkün olmayan bu kaosta Hizbullah'ın zayıflaması İsrail'in bir artısı olarak görülebilir. Ancak Suudi Arabistan'ın kazancının ne olacağı muğlak.
İran ise hali hazırda böylesi maliyetlere katlanabiliyor. Milis kayıpları hatta Suriye'de yirmiden fazla generali kaybetmeyi bile tolare edebiliyor. Ekonomik maliyetlerin bir kısmını ise zaten Irak'ın petrollerinden karşıladığı artık bir sır değil.
Bütün bunlardan İran'ın sınırlandırılamayacağı anlamı çıkmasın. Ancak bunun yolu siyasal düzeyde ortaya konulan bir stratejiden geçiyor. Böylesi bir strateji ise şimdilik yok.