Milli Eğitim Bakanlığı, kendi görev tanımının doğal sonucu olarak; eğitim, öğretim, yönetim kalitesini artıracak yollar, yöntemler bulmak için uğraşıyor. Bu bağlamda, sistemin ana unsuru olan öğretmenlerin başarı durumunu değerlendirecek ve özlük hakları bakımından ona göre muamele yapılmasını temin edecek bir altyapı oluşturulmaya çalışılıyor.
Şimdilerde, gündemde; bir "performans yönetmeliği" hazırlığı var. Öğretmenler ve akademisyenler; konuyu enine boyuna konuşup tartışıyorlar.
Etrafında dolaşılan temel soru; öğrencilerin notlarını öğretmenler veriyorlar, öğretmenlerin notlarını kimler versin? Sınav mı yapılsın, öğrenci memnuniyetine mi bakılsın, veli görüşü mü alınsın, öğretmenler birbirlerini veya idareciler öğretmenleri mi değerlendirsin?
Daha çok, bu unsurların tamamını içine alabilecek bir sistem üzerinde duruluyor. Özellikle öğretmen camiası tarafından, her birinin sakıncaları sayılıp sıralanarak; adil ve makul olmayacağı savunuluyor.
O zaman ne olsun, nasıl yapılsın? Öğretmenlik kutsal bir meslektir diye dokunulmazlık zırhı giydirilip; herkes kendi keyfine mi bırakılsın?
AYNAYA BAK, KENDİNE SOR
Yıllarca, özel okullarda, kurucu yönetici olarak çalıştık. Her öğretim yılının öncesinde, değişik branşlardan öğretmenlerle, hep birer yıllık sözleşmeler yaptık.
Sözleşme aşamasına gelmeden önce; çok yönlü değerlendirmeler yapıyorduk. Adayların öz geçmişlerini inceliyor, referanslarını araştırıyor, mülakatlarla tanımaya çalışıyor, ders anlattırarak sınıf içindeki durumlarına bakıyorduk.
İmzayı atmaya karar verdiğimizde; son bir soru soruyorlardı. "Hocam, bir yıllık sözleşme yapıyoruz; yıl sonunda sözleşmemi yenilemezseniz, benim halim nice olur?" diyorlardı.
Biz de hep aynı cevabı veriyorduk. "Bunu bize değil, aynaya bakıp kendinize sorun. Kendinize ne kadar güveniyorsanız, bize de o kadar güvenin" diyorduk.
Çünkü hiçbir özel okul ya da kurs; işini iyi yapan, kurumuna artı değer katan öğretmeni ve idareciyi, kolay kolay kadro dışında bırakmaz. Öte yandan, gene aynı hassasiyetlerle; beklentilerin ya da standartların altında kalan, bu haliyle kuruma yük yahut sorun olan öğretmenin ve idarecinin de gözünün yaşına bakmaz.
İşte bu anlayış ve işleyiş sayesinde; özel öğretim kurumlarında, öğretmen ve idareci performansının ölçülmesi ve değerlendirilmesi sorun olmuyor. İşverenin ya da onu temsil eden yöneticilerin, kendi kriterlerine göre verdikleri olumlu veya olumsuz kararlar; genel hukuka aykırı olmadıkça, tartışma konusu haline gelmiyor.
Ayrıca; çalışanların da benzer bir şekilde tercih yapma hakları var. Öğretmenler ve idareciler; kurumun anlayışından, işleyişinden, istihdam şartlarından ve imkânlarından memnun olmadıkları zaman, öğretim yılı sonunda sözleşmelerini yenilemiyorlar.
Anlaşılan o ki; öyle ya da böyle, kamu kurumlarına da "özel sektör aşısı" yapılması gerekir. Hangi iş kolunda olursa olsun, tüm çalışanlar; alacakları karşılığın, kendi gayretlerine ve kabiliyetlerine bağlı olduğunu bilmelidir.
Bu konuda, atılması gereken ilk adım; ataletin ana kaynağı haline gelen "657 kalkanı"nın kırılması. Uyuyanla yatanı, yatanla oturanı, oturanla ayakta duranı, ayakta duranla yürüyeni, yürüyenle koşanı, koşanla uçanı ayırt edecek bir anlayış ve işleyişle; "herkes kendi niyetinin ve gayretinin karşılığını alır" mesajının verilmesi.
YÖNETİM Mİ, YÖNETMELİK Mİ?
Her şeyden önce; öğretmenin değerlendirildiği, idarecinin değerlendirme dışı bırakıldığı bir sistem adil ve makul olmaz. Yetkisiz sorumlu ya da sorumsuz yetkili uygulaması; vicdanlarda makes bulmaz.
Ortak alanımız ve amacımız, çocuklarımızı ve gençlerimizi daha iyi yetiştirmekse; sürecin içinde bulunan tüm paydaşlar (öğrenciler, öğrenci velileri, öğretmenler, idareciler, hatta üst yöneticiler) arasında, yetki ve sorumlulukların, dengeli bir şekilde paylaşılması gerekir. Bu ise, mevcut durumun dışında bir uygulama olarak; doğrudan ya da dolaylı muhatapların, karar alma ve uygulama süreçlerine katılıp katkıda bulundukları, yeni bir "yönetim modeli" anlamına gelir.
Bunun için, eğitim hizmetlerinin anlayış ve işleyiş olarak yerelleştirilmesi, yerinden yönetilir hale getirilmesi sağlanıp; tüm paydaşların adil ve makul ölçüler içinde temsil edildiği bir "Yönetim Kurulu" oluşturulur. O zaman, "kendi okulunuzu kendiniz yönetin" mesajı ve muhtevası içinde; öğretmenlerin ve idarecilerin performanslarının ölçülüp değerlendirilmesiyle ilgili yetkiler ve sorumluluklar, kendi temsilcilerinin de bulunduğu Yönetim Kurulu'na bırakılmış olur.
Bu durumda, okul yönetiminin; öğretim yılının öncesinde "seçme", sonrasında "değerlendirme" yapması gerekir. Her birinin, hal ve gidişine bakıp; memnun olduklarını koruyup desteklemeye çalışacak, memnun olmadıklarına yol verecektir.
Böylece, her sorunun baş sorumlusu olma sıkıntısından kurtulacak olan Devlet ya da Bakanlık; yerel isteklere ve ihtiyaçlara da inisiyatif alanı bırakacak şekilde, genel ilke ve prensipler çerçevesinde, eğitimin mevzuatını ve müfredatını oluşturur. Yapacağı ar-ge çalışmaları ile milletin önünü açıp; sektörü kemiyet ve keyfiyet açısından geliştirir.
Sonuç olarak; çerçeveyi devlet çizsin, içini millet doldursun. Herkes kendi sınırları içinde yetkilerini kullansınlar, sorumluluklarını üstlensinler; sistem, tembelliğin ya da istismarın oluşturduğu ayıplardan ve kayıplardan kurtulsun.