Sosyal ve siyasal, dini ve ahlaki sorumluluklarımızın; iç içe geçmiş üç daireden meydana geldiğini söyleyebiliriz. Birincisi, kişisel sorumluluklarımızı kuşanma anlamında "ben olmak"; ikincisi, toplumsal sorumluluklarımızı üstlenme anlamında "biz olmak"; üçüncüsü, evrensel sorumluluklarımızı idrak etme anlamında "onlara yönelmek" diyebiliriz.
Zincirin halkalarından biri koparsa, tamamı fire verir. Benim eksiğim ve yanlışım bizi, bizim eksiğimiz ve yanlışımız onları; mağdur, mahrum, mazlum durumuna düşürebilir.
Tarihin en eski devirlerinden bu yana; kişilerin, kurumların, ülkelerin, toplumların giderek daha çok kullandıkları bir "savaş stratejisi" var. Rakiplerini, muhaliflerini, düşmanlarını alaşağı edip yenik düşürebilmek için; öyle ya da böyle "Truva atı" olabilecek birilerini bularak, "kaleyi içten fethetme" yoluna gidiyorlar.
Kimileri gaflet, kimileri ihanet sebebiyle; bu tuzağa düşüyor. Kalenin kuşatması işgale dönüşüp, bayrak indiğinde; taraflar, elde edilen ganimeti paylaşıyor.
Türk dünyasında da İslam coğrafyasında da bu acıklı duruma sık sık şahit oluyoruz. Halka ve hakka rağmen, küresel emperyalizmin ileri karakolu görevini yapan aydınlara, yöneticilere bakıp; hayret ve dehşet içinde kalıyoruz.
Günün sonunda, yapılan şey; bizi bize kırdırmak. Kardeşliğin içine "kalleşlik tohumları" ekip; kendi elimizle, kendi göğsümüzden vurdurmak.
DÂHİLÎ ÖRNEKLER
Yakın geçmişte, haince darbe yapıp iç savaş çıkararak, işgalcilere uygun zemin hazırlama girişiminde bulunan "FETÖ"; içimizden birilerini kandırmış ve "kurşun askerler" haline getirmişti. Din, devlet, vatan, millet, cemaat, hizmet istismarcılığı yaparak içimize sızan bu sinsi yapı; bir zamanlar, "aşağısı ibadet, ortası ticaret, yukarısı ihanet" diye tasnif edilmişti.
Yıllardır devletin ve milletin başına bela olan, toplumsal varlığımızın bünye direncini zayıflatıp mal-can-kan kaybına yol açan "PKK"; bizim ocağımızdan çıkarılıp, kucağımıza düşürüldü. Etnik kimlik istismarı yapılarak, parayla satın alınarak, direnenlere tehdidin ve şantajın her türlüsü kullanılarak dağa kaçırılan ana kuzuları; özel metot ve tekniklerle şartlandırılıp, devletine ve milletine düşman "teröristler" güruhuna dönüştürüldü.
Ortalama on yılda bir, kendi ordumuzun subaylarına veya generallerine darbe yaptırıp; sıkıyönetimler, olağanüstü haller ilan ettirdiler. Yetişme çağındaki gençlerimizi "sağcı-solcu" diye ikiye ayırıp, kamplaştırarak; "düşman kardeşler" haline getirdiler.
Zaman zaman, mezhep kimliği üzerinden ayrıştırma, kapıştırma girişimlerinde bulundular; "alevi-sünni" krizleri yaşadık. Gün geldi; önce "Madımak", sonra "Baş Bağlar" için üzüldük ve ağladık.
Kimimizi "gelenekçi", kimimizi "radikal"; bir kısmımızı "laik", bir kısmımızı "dindar" yaptılar. Sahte ve sapık "şeyh" müsveddeleri, tepeden tırnağa kurgusal "tarikat" örgütlenmeleri üretip fason mallar gibi piyasaya sürerek; suyumuza kir, şerbetimize zehir kattılar.
İşin garibi; "Kur'an" ve "Sünnet" savunucuları bile, birbirlerine "düşman" kesildiler. İlim, iman, amel, tavır bütünlüğü içinde konuşup tartışmak yerine; karşılıklı olarak, ağır bir dille ve üslupla "itham" etme yarışına girdiler.
15 Temmuz'un yıl dönümünde, bir İlahiyat Dekanı; yeteri kadar ibret alınmadığını ifade ederek, "Bir FETÖ gitti, bin FETÖ geliyor" dedi. Buna en çok tepki gösteren meşhur hocalardan biri, "selefi gurupların silahlandığı" ihbarında bulunarak; savcılığa çağırırlarsa, 150 kadar derneğin ismini verebileceğini söyledi.
Ahlaki azgınlığa ve cinsel sapkınlığa kapı aralayarak, aile kurumunun yıkılmasına yol açacağı açıkça anlaşılan "İstanbul Sözleşmesi"; aynı sosyal ve siyasal çevrenin içinde bulunan aydınları, yöneticileri ikiye böldü. Daha da kötüsü, anlamakta ve anlatmakta zorlandığımız bir durum ortaya çıktı; yazılı ve sözlü tartışmalar, taraflar arasında "toplu dava" konusu haline geldi.
HÂRİCÎ ÖRNEKLER
1980-1988 Yılları arasında, İran ile Irak'ı kıran kırana savaştırdılar. İki tarafın toplam insan kaybı 1 milyon kişi, ekonomik zararı 150 milyar dolar.
Aynı tarihlerde, Irak'ın FETÖ benzeri gizli yapılanması olan "Kesnizani Tarikatı" mensupları; devletin tüm kadrolarına ve kurumlarına sızıp, stratejik noktalara yerleştiler. 21 Mart 2003'te, ABD ordusu ülkelerini işgal ederken; şeyhlerinden aldıkları talimat doğrultusunda, kıllarını bile kıpırdatmadan seyrettiler.
Mısır'ın, seçimle işbaşına gelmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mürsi; kendi Genel Kurmay Başkanı General Sisi tarafından, alaşağı edilip devrildi. Çoğunluğu Müslüman Kardeşler teşkilatından oluşan taraftarlarının; kimi meydanlarda vuruldu, kimi hapse gönderildi.
Halkın haklı ve barışçıl protestolarına silahla cevap verip, iç savaş ateşini yakan Beşşar Esad; Suriye'yi yangın yerine dönüştürdü. İran'ın, Hizbullah'ın ve Rusya'nın desteği ile kendi saltanatını sürdürebilmek için; milyonlarca Müslümanı ölümün kucağına, yâd ellerin ocağına düşürdü.
İslam dünyasının kutsal topraklarını, hükümranlığı altında bulunduran Suud Krallığı; hal ve tavrıyla, "Suudi Amerika" gibi görünüyor. Yedeğine aldığı diğer Arap Ülkeleri ile birlikte, Filistin işgalcisi ve dünyanın bir numaralı terörist örgütü İsrail'in ekmeğine yağ sürerek; dinine ve tarihine ihanetin içine gömülüyor.
Libya'nın Çad Savaşı sırasında esir düşüp, Amerikan ordusunun yardımıyla kurtarılan ve CİA tarafından darbeci olarak kurgulanan General Hafter; şimdi, ülkesinin meşru hükümetini devirmek için çalışmakta. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Fransa'nın desteğiyle; kendi halkına karşı savaşmakta.
İçinde bulunduğumuz günlerde, kardeş Azerbaycan'ın; yıllar önce işgal edilen Dağlık Karabağ topraklarını geri alma mücadelesi var. Ne acıdır ki; halkı "Müslüman" olan ülkelerden İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri'nin çoğu gizli-açık Ermenistan'ı destekliyorlar.
Görünen o ki; birileri, bizi birbirimize kırdırıyor. Küresel emperyalizmin ağababaları; içeride ve dışarıda, kardeşi kardeşe vurduruyor.
Bunca tecrübeden ders alınıp; ne kadar "şer ittifakı" varsa, teker teker çözülmeli. Devlet, millet, ümmet kardeşliği tanımı içine giren kişiler ve kurumlar, ülkeler ve toplumlar; imamesi Allah olan bir tespihin taneleri gibi, aynı ipe dizilmeli.