Bilimsel araştırmaların, kabul edilmiş sonuçlarına göre; kişilerin ve kurumların, ülkelerin ve toplumların genetiği ile geleneği, geleneği ile geleceği arasında sıkı bir irtibat var. Çünkü, analar bu günün çocuklarını; dünün varisleri, yarının sahipleri olarak doğuruyorlar.
Onun içindir ki, devlet ya da şirket kisvesine bürünmüş her sömürgeci güç; geleceğine müdahale etmek istediği ülkenin ve toplumun, genetiğini ve geleneğini araştırıyor. Dinine, devletine, vatanına, milletine, kültürüne, medeniyetine sahip çıkmak isteyenler ise; "geleceğin inşası" için, "geleneğin ihyası" dengesini ve denklemini kuruyor.
Olaylara ve durumlara bu açıdan bakıldığında; asırlardır dünyayı hükümranlığı altına alan Hıristiyan Batı kültürünün ve medeniyetinin biçtiği hiçbir gömleğin, Türk-İslam kültürüyle ve medeniyetiyle yoğrulmuş bünyelere, bedenlere uymadığı, uymayacağı kolayca anlaşılacaktır. Diktelerle, dayatmalarla sırtımıza giydirilmiş olsa bile; belimizi-boynumuzu sıkacak, kolumuz-bacağımız açıkta kalacaktır.
Bu gerçeği bilenler, ta başından beri biliyordu. Anadolu irfanının sezgi gücüyle; "gâvurdan dost, domuzdan post olmaz" diyordu.
Şimdilerde, giderek daha açık ve net bir hakikat haline geldi. Adına "aydınlanma" dedikleri sihirli formül, dünyamızı kararttı; "insan hakları" dedikleri sahte iksir, hayatı zehir etti; "demokrasi" dedikleri cilalı-boyalı put, milyonların üstüne devrildi.
İnsanlar hastalıklara karşı "ilaç", virüslere karşı "aşı" aradıkları gibi; "vahşet ve dehşet" ikliminden kurtulmak için de "huzur ve güven reçetesi" arıyorlar. Farkında olabilirsek, arayıp bulabilirsek; dünyayı yaşanası bir yer haline getirecek tüm formüller, bizim toplumsal genetiğimizde ve geleneğimizde var.
Binlerce örnekten ve öyküden birkaçını birlikte hatırlayalım. Cimriler ile cömertler, benciller ile diğergamlar, öldürenler ile yaşatanlar arasındaki farkı kolayca anlayalım.
ALMAN USULÜ
Biz, almaktan çok vermeyi seven ve "veren el alan elden hayırlıdır" inancına göre amel eden bir milletiz. Adına zekât, infak, sadaka deyip dine göre; takı, hediye, hatıra deyip örfe göre verdikçe veririz.
Kahvelerde, pastanelerde, lokantalarda; hesabı, önce gelip oturan öder. Birlikte gidilmişse yahut bir arada bulunulmuşsa; kadının masrafını erkek, küçüğün masrafını büyük, misafirin masrafını ev sahibi üstlenmek ister.
Sofraya konulacak yemek yok ise; bir tas su, bir avuç tuz, bir dilim ekmek servis edilir. Gene de nimete nankörlük yapılmaz; "şükrünü eda edebilirseniz buyurun" denilir.
Kaytarmak ya da külfeti başkalarına yıkmak için değil; elimizi taşın altına sokup, sahip çıkmak için gayret ederiz. Evlatsak babamızın-anamızın, talebeysek mürşidimizin-hocamızın elini öperek saygımızı sunmaya çalışır; saygı sunulanlardan birisiysek, tevazu gösterip "estağfurullah" deriz.
Bizde yetimlere, yaşlılara, hastalara, özürlülere, yolculara, misafirlere, başına bir kaza-bela gelip zora düşenlere her anlamda sahip çıkılır. Gerekirse, bir ömür boyu ilgilenilir, bakılır.
Ancak, son yıllarda; dilimize "alman usulü" diye bir deyim girdi. Bazen şaka, bazen ciddi düzeyde; alışık olmadığımız bir duygu, düşünce ve davranış biçimi getirdi.
Rivayete göre; genelde Avrupa'da, özelde Almanya'da en yakın dostlar ve akrabalar bile, birlikte bir şey yiyip içtiklerinde, ayrı ayrı hesap ödüyorlarmış. Ayrıca, on sekiz yaşına girip reşit olan oğullarına ve kızlarına kapıyı gösterip; "bizden bu kadar, artık başınızın çaresine bakın" diyorlarmış.
Bu bakış açısının bir başka sonucu da yaşlılarla, düşkünlerle ilgili. Eli dizine dayanıp bakıma muhtaç hale gelen annelerin, babaların, yakın akrabaların barınağı; kimsesizler yurdu yahut huzur evleri.
Bazen ölüleri bile, yakınları tarafından alınmıyor. Cenazelerine iştirak edilmiyor, defin işlemleri ile ilgilenecek kimseleri bulunmuyor.
MİLLETİMİN ANASI
Anadolu insanı, eskiden beri; "ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz" demiş. Her ikisinin de adına şiirler yazmış, besteler yapmış, şarkılar-türküler söylemiş.
Allah'ın emri, Peygamber'in sünneti doğrultusunda; cennetin, anaların ayaklarının altında olduğuna, olacağına inanmışız. Anamız bize, biz anamıza güvenmiş, dayanmış, adanmışız.
Geçtiğimiz günlerde, "kadının ası, ananın hası" diyebileceğimiz bir hanımefendi ile tanışma şerefine nail olduk. Hayatını ve hikâyesini öğrendiğimizde; kendisini "milletin anası" gibi hissedip, derinden saygı duyduk.
Genç kızlık çağına girdikten kısa bir süre sonra, erken yaşta gelin olmuş. Allah'ın lütfu ve ikramı sonucu, elinin kınası silinmeden hamile kalmış.
Doğum vaki olduğunda, bıyığı yeni terlemiş kocası asker ocağındaymış. Nice sonra baba olduğunu öğrendiğinde; çok sevinmiş ve tezkereyi beklemeden çocuğunu görme arzusu duymuş.
Komutanının izniyle baba ocağına giderken; yolda trafik kazası geçirip, muradına eremeden ölmüş. Bebek beşiğinde yetim, anne döşeğinde dul kalmış.
Bırakıp bir yere gitmemiş, yeniden evlenmeyi kabul etmemiş. Besleyip büyütmek, okutup adam etmek, evlendirip yuva sahibi yapmak için; "kutsal topraklarda din nöbeti tutan Osmanlı askeri" gibi, bir ömür boyu yavrusunun ve yuvasının başını beklemiş.
Şimdi, ileri yaşlarda; biricik oğlu, sevgili gelini ve canının içi torunları ile birlikte yaşıyor. "Çadırın orta direği, toplumun atan yüreği" olmanın haklı onurunu taşıyor.
Bunun yanında, yeniden evlenip hem kendi çocuklarına, hem başka bir ananın çocuklarına sahip çıkan dullar da biliyoruz. Böylece, iki yuvayı birleştirip bütünleştirerek ayakta tuttuklarına ve yaşattıklarına şahit oluyoruz.
Başka hangi vatanın ve milletin, böyle kadını yahut anası var. Bu kaleyi hangi güç ve kuvvet, nasıl yıkar.
Halimizin "hayra tebdil" olması, hayatımızın "huzur ve güven" bulması için; bu genetiği ve geleneği "ihya" etmeliyiz. Büyüyen ve gelişen Türkiye'yi, bu temeller üzerinde "inşa" etmeli ve yükseltmeliyiz.