Medeniyetimizin merkezinde ne var?
Bu sorunun cevabını vermeden önce; "medeniyet" kelimesinin tarifinde, tanımında ve "bizim medeniyetimiz" ifadesinin anlamında, açılımında mutabık olmamız gerekir. Öncelikle, söylemlerimizin hangi çerçevenin içine gireceği ve hangi zeminin üzerine bina edileceği bilinmelidir.
Medeniyet, en genel anlamıyla; insanların ve toplumların dünden bu güne, bu günden yarına aktardıkları maddi ve manevi değerlerin toplamıdır. Oluşmasında ve gelişmesinde; dinin ve değerler sisteminin, örfün ve geleneğin, tarihin ve coğrafyanın, imkânların ve ihtiyaçların etkisi, katkısı vardır.
O halde; bizim medeniyetimizin, "tevhit inancı" ekseninde oluşan ve gelişen "İslâm Medeniyeti" olduğunu söyleyebiliriz. Hemen arkasından; başta Türk, Arap, Acem diyarları olmak üzere, tüm ümmet coğrafyasının maddi ve manevi değerlerini içine aldığı bilgisini ekleyebiliriz.
Medeniyetimizin merkezinde; ilk insandan bu güne kadar gelen yahut gönderilen, ilahi mesajın ve muhtevanın özünü oluşturduğu bilinen "vahiy" var. Kur'an ve Sünnet, söz konusu mesajın ve muhtevanın kaynağını oluşturuyorlar.
Onun içindir ki; bütün kitaplar, bir tek Kitap'ı daha iyi anlamak için okunur ve değerli görülür. O Kitap'ı bize getiren, tebliğ ve temsil ederek hayata geçiren Hz. Muhammed(sav); âlemlerin rabbi olan Allah'ın kulu ve resulüdür.
Vahyin ana konusu ve asıl muhatabı olan "insan"; yaratılmışların en üstünü ve en şereflisi olarak tanımlanıp, hayatın merkezine oturtulmuştur. Yerlerde ve göklerde var olan dengeler, düzenler ve diğer bütün unsurlar; onun emrine amade kılınmış, hizmetine sunulmuştur.
İşte bu yüzden; "İnsanı yaşat ki devlet var, millet payidar olsun" deriz. Peygamber diliyle ve üslubuyla; "insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" sözünü, her fırsatta hatırlayıp tekrar ederiz.
Bizim medeniyetimizin temel amacı; "insanların can, mal, akıl, nesil, din emniyetini sağlamak" olarak tanımlanmıştır. Yaratılmışların tamamı, "Allah'ın emaneti" olarak görülmüş; huzur ve güven içinde varlıklarını devam ettirmeleri, teminat altına alınmıştır.
Bu noktadan hareketle, insanın ana görevi; haklarını kullanıp sorumluluklarını yerine getirerek yaşamak, bireyin ve toplumun mutluluğunu sağlamaktır. Yaratılanı yaratandan ötürü sevip; herhangi bir sebeple dezavantajlı olan yahut zayıf durumda bulunan herkesin ve her şeyin, var oluşla ve varlık âleminde kalışla ilgili her türlü hakkını, hukukunu korumaktır.
Bütün bunlar; insanın, Allah'ın yarattığı herkese ve her şeye karşı "iyi ahlak" sahibi olmasını ve "iyilik hali" üzere kalmasını gerektirir. Onun için, asırlar ve nesiller boyu binlerce vakıf kurularak "iyilik ve yardım" faaliyetleri yapılmış olup; bu yüzden, medeniyetimiz, "vakıf medeniyeti" olarak bilinir.
Bizim medeniyetimiz; "madde ile mana, akıl ile ruh, ilim ile hikmet, dünya ile ahiret" arasında gereken dengeyi kurmuş ve uyumu sağlamıştır. Araştırmayı, incelemeyi, düşünmeyi, değerlendirmeyi, akıl nimetini aktif kullanmayı, fikir üretmeyi, bilinçli tercih yapıp "tahkiki iman" sahibi olmayı teşvik etmiş; kulluk görevini, iyi niyete ve üstün gayrete bağlamıştır.
İslâm Medeniyetinin ulaştığı yahut fethedip hâkim güç haline geldiği ülkelerde ve toplumlarda; mevcut medeniyetlerin maddi ve manevi birikimlerine, dostça yaklaşılmıştır. Herkesin inancına ve ibadetine, anlayışına ve yaşayışına saygı duyulmuş; cami, kilise, havra bir arada yaşatılmıştır.
Bizim medeniyetimiz, diğer medeniyetler gibi sömürgeci değildir; gittiği yerlere huzurdan ve güvenden, barıştan ve adaletten başka bir şey götürmemiştir. Ülkelerin ve toplumların, yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürerek; onları açlığa, yoksulluğa mahkûm etmemiştir.
Dünyanın yeniden keşfetmeye çalıştığı "çoklu yaşama modeli"; medeniyetimizin tüm safha ve süreçlerinde var. İnsanlar, hiçbir zaman; dinlerinden, mezheplerinden, dillerinden, düşüncelerinden, renklerinden, etnik kimliklerinden, sosyal statülerinden, ekonomik seviyelerinden dolayı lehte ya da aleyhte bir ayırıma tabi tutulmamışlar.
Bizde aile, akraba, millet, ümmet ve insanlık âlemi; birbirinin tamamlayıcı unsurları olarak vardır. Tevhit inancının tebliğcisi ve temsilcisi olan tüm peygamberler; aynı ilahi mesajı ve muhtevayı taşımışlardır.
İşte bu noktadan hareketle; "kan kardeşliği" ve hatta "din kardeşliği" ile yetinmeyip, herkese "Allah'ın kulu ve halifesi" olarak bakarız. Eğer başarabilirsek, gözlere ve gönüllere çekilen perdeleri açmaya çalışır; akılları ve ruhları kuşatan karanlıkları aydınlatmak için, gün doğumuna kadar sönmeyen mumlar yakarız.
Yeryüzüne huzuru ve güveni getirecek, insanlar arasında barışı ve adaleti tesis edecek yegâne medeniyet budur. Hayata hâkim kılınabilirse; dünyamız da ahiretimiz de ihya olur.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Kudüs'ün surları tamir edilirken; bugün halen yerinde duran Bab'ül Halil'in iç tarafına, bir kitabe asılmıştı. Müslümanların Kelime-i Tevhit ifadesi olan "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah" yerine; üç dinin mensuplarını içine alan "Lâ ilahe illallah, İbrahim Halillullah" ibaresi yazılmıştı.
Şimdi bizler, tıpkı rahmet ve merhamet peygamberi Hz. Muhammed(sav)'in, kendisine ümmet olmayan kimseler tarafından bile tasdik edilen sıfatı gibi; her bakımdan "emin" kimseler olmalıyız. Kültür ve medeniyet değerlerimizi, güncelleyip yeniden asrın idrakine sunarak; tüm dinlerin ve toplumların mensupları için, yeryüzü coğrafyasının tamamını, "dünya cenneti" kılmalıyız.
Bunu, Allah'ın izni ve yardımı ile ancak biz yaparız; cümle âlem böyle bilsin. İslâm coğrafyasının "kaptan köşkü" konumunda ve durumunda bulunan Türkiye'nin; insanlık âlemine hediye edeceği "kızıl elma" bu olsun.
Zekeriya Erdim
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.