Arama

Kültür temsilcisi ve aktarıcısı âşıklar

“Saz şairi, halk şairi, çöğür şairi, ozan, halk ozanı, sazlı ozan, Hak âşığı, Hak şairi, halk âşığı, badeli âşık, meydan şairi, kalem şairi” gibi değişik adlandırmalarla karşımıza çıkan âşık; sergiledikleri icralarda geçmişle kurulan ilişkiye bağlı olarak sadece hatırlama figürü özelliğine sahip imgeler sunmakla kalmazlar, aynı zamanda kültürel uygulamalar sürecinde de fiili olarak bir şeyler ortaya koymuş olurlar.

Kültür temsilcisi ve aktarıcısı âşıklar
Yayınlanma Tarihi: 25.08.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 25.08.2018 15:37

Sözel kültür, toplumun sözel ortam yaratıcılığı sırasında, yazılı ortama geçmeden önce oluşturduğu bütün yapılar, kurumlar, üretimler, ilişkiler ve ilişkiler düzeni, çevreye ve kainata bakış tarzı, tüm iletişim ağları ve bunların içe/dışa doğru işleyişleri gibi toplum hayatının yürümesi için yapılan eylemler toplamıdır. Türk aşık tarzı kültür geleneği, büyük ölçüde sözel kültüre dayalıdır.

Dolayısıyla bu ortamda iletişimin sağlanması ve her türlü bilgi ve tecrübenin gelecek kuşaklara aktarılması "aktarıcı/anlatıcı/sanatkâr" vasfına sahip âşıklar tarafından gerçekleştirilmişti. Âşıkların bu vazifeyi "Korkut tipi odaklar", "Alp-ozan tipi odaklar" ve "Gezgin-ozan tipi odaklar" şeklinde üç büyük odağa bağlı olarak ifa ettiklerini belirtilir.

Korkut tipi odaklar

İlham ve tefekkür kaynaklı odak olup, bilimi, çözümsüzlüğe çözüm bulmayı, aklı ve sağduyuyu, meşruiyetin kaynaklarını, sözel yaratıcılığı, ilâhî bilgiyi ve mahiyetini, olağanüstü gücü ve tarihçiliği temsil eder.

Alp-ozan tipi odaklar

Daha çok askerî kesimin, savaşçı kesimin düşünce, duyuş, deneyim ve birikimlerini, savaş maceralarını sözel metinlere döküp veya sözünü ettiğimiz önceki odakta kendisini ilgilendiren oluşmuş metinleri dikkate alıp iletişim ağları üzerinden kendi mensupları arasında yayar, dağıtır.

Gezgin-ozan tipi odaklar

Kültürel coğrafyada sürekli dolaşımda olan ozanların oluşturduğu bir odak olup, toplum bireylerinin beşerî dünyası ile onlar arasında var olması icap eden görgü, görenek ve iyi meziyetlerin diri kalmasına yardımcı olur.

OZAN-BAKSI GELENEĞİ

Eski Türklerde, toplumun hemen bütün bireylerinin katıldığı 'şölen', 'sığır' (av merasimleri) ve 'yuğ' adı verilen geniş katılımlı törenler yapılmaktaydı. Önceleri şamanların, daha sonraları ise oluşan iş bölümü neticesinde temel niteliklerinin aktarıcı/anlatıcı/sanatkâr olduğu söylenebilecek olan aktif taşıyıcıların -bunlara daha sonraları 'âşık' adı verilecektir- söz konusu törenleri çekip-çevirdikleri yani yönettikleri biliniyor. Asırlar boyunca yapılagelen bu şölen, sığır ve yuğ törenlerinde, anlatıcı/sanatkâr merkezli bir gelenek oluşacaktır. Bu geleneğe, 'Ozan-Baksı Geleneği' adı verilir. Geleneğin ozanlık kısmında, âşıkların usta malı eserleri ve kendi eserlerini icra etmeleri, baksılık kısmında ise, anonim nitelikteki uzun soluklu ve manzum destanları, türkülü hikâyeleri tasnif ve icrâ etmeleri yer alır.

HİKÂYE AŞIĞIN TECRÜBESİDİR

Hikâye bir âşık tarafından anlatıldığı sürece yaşamaktadır ve hikâyenin kahramanı da bir âşıktır. Dolayısıyla, âşığın anlatıyı yarattığı, aktardığı ve konunun kahramanını kendisi olarak anlattığı anlamına gelir.

ÂŞIKLIK SÜRECİ NASIL İŞLER?

Âşık olacak kişinin maddi veya manevi bir sıkıntıdan sonra yola çıkması [=ayrılma]; kutsal sayılan veya korkulan bir yerde uykuya dalıp rüya görmesi ve rüyasında pir elinden bade içmesi, pirler tarafından âşık olacağı kızın kendisine gösterilmesi ve âşıklık için gerekli bilgiler ile mahlasının verilmesi [=erginlenme]; uyanması ve rüyada gördüklerini ilk olarak anlatmasıyla başlayan sanatkârlığı [=dönüş]bu sürecin izlerini taşıyor.

İSLAMİYETTEN ÖNCE ÂŞIKLIK GELENEĞİ

Şamanizm inancının yaygın olduğu toplumlarda, dinî hüviyetteki kişiler düşüncelerini, içinde bulundukları ruh hallerini, güzel ve zihinlerde kalıcı sözlerle çevresindekilere nakletmeye çalışıyorlardı. Bunu da kulakta hoş name bırakacak ses ve heceleri tekrarlayarak sağlıyorlardı. Nesirden ziyade nazma başlangıç teşkil edecek olan ilk dinî-edebî terennümler böyle meydana geldi.

İSLAMİYET'TE AŞIKLIK GELENEĞİ

İslamiyet'in Türkler arasında yayılmaya başlamasıyla birlikte de bu sanatkârların yerini ata veya bab (baba) unvanı taşıyan dervişler aldı. Bu süreçte "senkretik" ve "eklektik" bir yapıya kavuşan ve ozan-baksı geleneği adında soyut bir kurumsal kimliğe bürünen gelenek 16. yüzyıla gelindiğinde daha ziyade din dışı şiir söylemenin yer aldığı âşık tarzı şiir geleneğinin doğuşuna zemin hazırlamıştı. Tabi tüm bu süreçlerde eski Türk edebiyat geleneğinin tesirleri daima etkin bir rol oynadı.

15'İNCİ YÜZYILDA İKİ GELENEK

XV. yüzyıla gelinceye kadar Âşık edebiyatının yerini iki gelenek tutuyordu. Bunlar, destan geleneği ile dinî-mistik edebiyat geleneği idi.

Destan geleneğinin yegâne icracıları ozanlardı. Bugünkü hikâyeci âşıkların yaptıklarını şaman kültürünün hâkim olduğu devirlerde ozanlar yapıyordu. Ozanlar, duyduğu ve bildiği kahramanlık olaylarını, zaferleri, felaketleri ve toplumu yakından ilgilendiren meseleleri derleyip nazm etmek, düzüp koşmakla mükellefti. Bunu kopuz eşliğinde yaparlardı. Ozanların musannif olma özelliklerinin yanında anlatıcılık vasıfları da vardı. Ayrıca ozanlar, özel toplantılarda ( düğün, şenlik...) da başka edebî türleri başarıyla uygulardı.

Dinî- mistik halk edebiyatı geleneğine gelince, bu, sözlü bir gelenekti. XII. yüzyılda Ahmed Yesevî ve onun müritleriyle başlayan bu gelenekte şiir, musiki ile birlikte düşünülmüş, birlikte icra edilmişti.

Bu, bir bakıma önceki devirlerdeki şiir, musiki ve oyunun tezahürü gibiydi. Yesevî tarikatında, Allah'a varma yolunda şiirler saz eşliğinde söyleniyor, kimi zaman da, müritler duydukları heyecanları dinî rakslarla ifade ediyorlardı. Toplantılarda söylenen hikmetler dil, vezin ve üslup bakımından, halk muhayyilesine uygun yapıdaydı.

KLASİK EDEBİYAT VE HALK EDEBİYATI

Türklerin İslâmiyet'i kabulü sonrasında, ilim alanında ve sosyal alanda halkın üzerinde değişimler ortaya çıktı. İlim dili Arapça olurken, Farsça da edebî alanda ağırlığını hissettirdi. Türk şairleri, dille birlikte Fars ve Arapların kullandıkları aruz veznini ve şiir şekillerini de aldılar. Böylelikle Anadolu'da yavaş yavaş klasik edebiyat dönemi başladı. Fakat bilhassa kırsal kesimlerdeki sanatçılar kendi vezinleriyle yani hece vezniyle şiir söylemeye devam ettiler. Dolayısıyla Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatı ve Halk Edebiyatı diye adlandırdığımız iki ayrı edebiyat vücut buldu.

ANADOLU'DA ÂŞIK EDEBİYATI

Anadolu'da Âşık edebiyatı önceleri dini motifler çerçevesinde gelişmeye başladı. Dinî-mistik halk edebiyatı, birinci derecede; Kur'an, Peygamber kıssaları, evliya menkıbeleri gibi kaynaklardan beslendi.

Tarihi metinlerde Selçuklu ordusunda ozanlar, kopuz eşliğinde epik şiir söyleyip askerleri eğlendirdikleri kaydedilmiştir. Halkın yerleşik hayata geçmesiyle göçebe kültürün ürünü olan epik şiirin yerini yavaş yavaş âşık şiiri almaya başladı. İslâm öncesi inanca ait pek çok motif ve unsur da İslâmî renge bürünerek şiirlerde kendisine yer buldu. Bir başka deyişle, Anadolu'daki âşıklık geleneği, ozan-baksı geleneğinin zaman, zemin, düşünce, dünya görüşü ve inancın değişmesiyle şekillendi, değişimle beraber yeni bir sanatçı tipi ve şiir tipi ortaya çıktı.

Şekillenen bu yeni edebiyatla birlikte, "ozan"ın yerini "âşık"; "kopuz"un yerini de "karadüzen, bağlama, çöğür, tambura, cura" aldı. "Ozan" sözüyle "geveze, saçma sapan sözler söyleyen kişi" kastedilir oldu. Âşıklar şiir olarak türkü, varsağı, deyiş, kayabaşı, üçleme, koşma, mani gibi şekilleri kullandı.

Dinî-tasavvufi halk edebiyatının temsilcileri -başta Yunus Emre olmak üzere- çağlar boyunca Anadolu'da etkisini devam ettirdi. Bu tarz şairler "âşık" olarak anılıyorlardı. Şiirlerini hece ve aruz ölçüsüyle ortaya koyuyorlardı. XVI. yüzyıldan itibaren salt bu konularda değil farklı konularda da şiirler vücuda getiren ve ellerinde kopuz yerine saz olan, hece ile şiirler söyleyen şairler ortaya çıktı. Bunlar âşık sözünün yanında saz şairi veya çöğür şairi sözleriyle anılmaya başlandı.

16'NCI YÜZYILDA ÂŞIKLIK GELENEĞİ

16'ncı yüzyılın ilk yarısında şekilde ve esasta halk edebiyatı unsurları oldukça kuvvetli idi ve dil halk dili idi. Köy ve kasaba âşıklarının şiirlerinde mahallî özellikler fazlasıyla yer aldı.

Ancak yüzyılın ikinci yarısında klasik şiir ve tasavvufi şiir etkisini hissettirdi ve buna bağlı olarak Arapça, Farsça kelime ve terkipler kendisini gösterdi. Kimi şairler şiir tekniği olarak aruza özenmişlerse de bunda pek başarılı olamadı; asıl güçlerini hece vezninde gösterdi. Halk şairleri, kimi zaman şehre geldiklerinde toplum tarafından irdelendiler, bu yüzden asıl huzuru köy, dere, dağ, göl gibi mekânlarda buldular.

Kırsal yörelerde yapılan eğlencelerde daima aranan simalar olan bu âşıklar, ancak kendi dünyasından olan insanların arasında huzurlu oldular. Bu hükmümüz, günümüz köylü âşıkları için de geçerlidir. Ancak köyünden kente göçüp buranın yaşantısına ayak uydurmaya çalışan âşıklar, köy hayatını özlemekle beraber, bütün gayretlerine rağmen, kendilerini günden güne başka hayat ve davranış içinde bulmaktadırlar. Şehirdeki âşıklar, genellikle kahvehanelerde, konaklarda, tekkelerde, imaretlerde ve panayırlarda boy gösterip birçoğu halktan taltif ve destek gördü.

16'ncı yüzyıldan itibaren sade Türkçe ile olaylar üzerine destanlar yazılmaya, beşeri aşkı ve sosyal hayatı konu alan şiirler söylenmeye başladı. Divan şairlerinin aksine, saz şairleri büyük yerleşim merkezlerinde, serhat kalelerinde, asker ocaklarında, Anadolu, Rumeli, Suriye, Mısır, hatta Garp Ocakları olarak nitelenen Kuzey Afrika gibi uzak diyarlara kadar gidip sanatlarını icra ettiler.

Kaynakların yetersizliğinden dolayı, âşıkların çoğu hakkındaki bilgiler yetersiz. Öyle ki, bir kısmı (Bahşi, Ozan ...) sadece bir veya birkaç şiiri ile biliniyor. Ahmetoğlu, Armutlu, Bahşî, Bahşioğlu, Çırpanlı, Dalışman, Geda Muslu, Hayalî, Hızıroğlu, Karaoğlan, Karacaoğlan, Köroğlu, Kul Çulha, Kul Mehmet, Kul Piri, Oğuz Ali, Ozan, Öksüz Dede, Pir Sultan, Sürurî.

AŞIKLIK GELENEĞİNİN PARLADIĞI ASIR

17'nci yüzyılda imparatorluğun toprakları, en geniş sınırlarına ulaşmışken, kültür ve medeniyet de bunun paralelinde doruk noktasına ulaşmıştı. Bu şiirde de aynı idi. Bu yüzyılda Bâkî, Fuzulî, Hayalî, Hayretî, Bağdatlı Rûhî, Nev'î, Taşlıcalı Yahya, Zatî gibi divan şiirinin dev simaları yetişti ve bu şairler imparatorluk sınırları içinde halk şairleri de dâhil pek çok sanatçıyı etkiledi.

XVI. yüzyılda başlayan bu etkileşim XVII. yüzyılda Gevherî ve Âşık Ömer gibi âşıkların şiirlerinde daha yoğunluklu olarak kendisini gösterdi. Aruzlu şiirlerde ister istemez heceli şiirlere nazaran daha ağır bir dil kullanıldı. Divan şiiri ve medresenin etkisiyle, yavaş yavaş divan şiirini taklit eden, saz çalmasını bilmeyen ve "kalem şuarası" olarak isimlendirilen şairler ortaya çıktı.

Âşıklar, şiirlerinde genellikle yaşadıkları olayları ve savaşları konu ettiler; bu vesileyle pek çok destan vücuda getirdiler. Köy ve kasabalarda yetişen âşıklar ise, içinde bulunduğu ortamı dile getiren şiirle söylediler. Benzetme ve mecazlar -yüksek zümrenin tersine- havasa ait unsurlardı. Dil daha sade idi. Klasik şairler, sevgilinin verdiği tahammül edilemeyecek ölçüdeki aşk acısıyla yaşarken ve buna rağmen vuslatı talep etmezken, halk şairi vuslata talip oldu. İslami motiflerden ve ahlak konularından uzaklaşmadı.

Âşık, Âşık İbrahim, Âşık Mustafa, Âşık Ömer, Benli Ali, Bursalı Halil, Edhemî, Demircioğlu, Ercişli Emrah, Eroğlu, Gedayî, Gevherî, hakî, Haliloğlu, Kâmilî, Karacaoğlan, Kâtibî, Kâtip Ali, Keşfî, Kayıkçı Kul Mustafa, Koroğlu, Kul Deveci, Kul Süleyman, Kuloğlu, Öksüz Âşık, Piroğlu, Sun'i, Şah Bende, Şahinoğlu, Şermî, Tamışvarlı Gazi Âşık Hasan, Türabî, Üsküdarî, Yazıcı, Zaifî dönemin âşıklarından bazılarıydı.

18'İNCİ YÜZYILDA ÂŞIKLIK GELENEĞİ

18'inci yüzyılda âşıklar, bu yüzyılda da aruz ölçüsüyle şiirler ortaya koydu, hatta bu, moda halini aldı. Ancak zamanla divan şiirlerinin bilhassa muhteva bakımından etkisi azaldı ve âşıklar bu yüzyılda şiirlerinde, daha hayati konulara ve sosyal temalara yer verir oldu. Bunun yanında âşıklar, devamlı olarak tekke şairlerinin nüfuzu etkisi altında kaldı.

Kahvehanelerde, bozahanelerde, meyhanelerde ve panayırlarda elinde sazı, dilinde sözü ile âşıklar, kendilerini daha fazla göstermeye başladı. Kısmen de olsa -Nedim örneğinde olduğu gibi- Divan şairlerinden bazıları hece ölçüsüne ilgi duydu.

Bunun da ötesinde saz şiiri Osmanlı toprakları içinde yaşayan Ermenileri de etkiledi. Kendilerine "aşug" denilen ve adından söz ettirecek Civan, Vartan ve Mecnunî gibi Ermeni âşıklar bu yüzyılda yetişti.

Abdî, Agahî, Ahmet, Ali, Âşık Halil, Âşık Sait, Âşık Süleyman, Bağdadî, Civan, Derunî, Derviş Musa, Halil, Kâmil, Nigarî, Nuri, Hocaoğlu, Hükmî, Kabasakal Mehmet, Kara Hamza, Kâtibî, Kıymetî, Küşadî, Levnî, Mağriplioğlu, Mahdumî, Mecnunî, Nurî, Nakdî, Neşatî, Nigârî, Ravzî, Sadık, Said, Seferlioğlu, Sırrı, Şem'î, Şermî, Talibî, Vartan dönemin aşıklarındandı.

19'UNCU ASIRDA AŞIKLIK GELENEĞİ

19'uncu yüzyılda Âşık Edebiyatının önemli simalarının yetiştiği yüzyıl oldu. Divan şiiri etkisini bu yüzyılda da sürdürdü. Halk şairleri, bilhassa Âşık Ömer ve Gevherî'nin etkisinde kalarak aruzla divan, semaî, selis, kalenderî ve satranç diye isimlendirdikleri şiirler yazdılar. Bunun etkisiyledir ki, hece ile yazdıkları şiirlerde dahi Arapça, Farsça kelime ve tamlamaları kullandılar.

Onların XIX. yüzyılda İstanbul'da "Tavukpazarı Cemiyet-i Âşıkânesi" adı altında bir cemiyet kurarak âşıklık sürecini daha düzenli ve sistemli bir yapıya dönüştürmeleri bu açıdan bir dönüm noktası olarak da kabul edilebilir.

Önceki yüzyıllardaki âşıklara nazaran bu yüzyıla mensup âşıklar hakkında daha objektif bilgilere sahibiz. Bilhassa bu yüzyılda tutulan cönkler, âşıkların kimliklerini ve sanat güçlerini öğrenme hususunda büyük oranda faydalı oldu.

GEZGİN AŞIKLAR KÜLTÜR TAŞIYICISI OLDU

Gezgin âşıklar, gittikleri yerlerde şiirleriyle ve ezgileriyle halkı eğlendirirken, bir yandan da kültür taşıyıcı özellikleriyle dikkati çekti. Âşık fasılları çerçevesinde karşılaşma yaptılar, hikâyeler, anlattılar, muammalar çözdüler, kahvelerde, düğün ve şenliklerde sazlarıyla halkı eğlendirdiler. Bunları icra ederken oradaki gençlerin üzerinde olumlu etki bırakıp bir kısmının bu yola girmesinde önemli rol oynadılar. Böylelikle, -Balkanlar dahil- geleneğin yaşamasında ve yayılmasında, önemli oranda katkıda bulundular. Bilhassa kahveler, şehirlerde bu edebiyatın sevilmesinde ve yayılmasında çok önemli bir fonksiyonu yerine getirdi. Köylerde ve kasabalarda ise bu işi, köy odaları yerine getirdi.

Halk, bilhassa güz ve kış mevsiminde, çeşitli vesilelerle bu odalarda bir araya geldi, âşıkların şiirlerini, türkülerini ve anlattığı hikâyeleri dinledi. Âşıkların en belirgin vasıfları saz çalmaları ve irticalen şiir söylemeleridir. Çeşitli vesilelerle düzenlenen toplantılarda âşıklar, kendilerinin olduğu kadar, ustaların şiirlerini de icra ettiler. Geleneğin gereği âşıklar yanlarında çırak gezdirdiler.

Âşık Edebiyatı alanında derin izler bırakan Erzurumlu Emrah, Ruhsatî, Dertli, Dadaloğlu, Seyranî, Sümmanî, şenlik ve Bayburtlu Zihni gibi şahsiyetler bu yüzyılda yetişti. Hatta bazı simalar kendinden sonraki âşıklar üzerinde o derece etkili oldu ki, Şenlik, Ruhsatî, Emrah, Dertli, Deli derviş Feryadî, Sümmanî ve Derviş Muhammed gibi kendi adlarıyla anılan âşık kolları ortaya çıktı.

Bu yüzyılda adından söz edeceğimiz âşıklar şunlardır: Agahî, Arifî, Âşık Ali, Âşık Ömerî, Bahrî, Beyoğlu, Bedrî, Bezlî, Bezmî, Celalî, Ceyhunî, Dadaloğlu, Deliboran, Dertli, Devamî, Erzurumlu Emrah, Ferdî, Figanî, Gedaî, Hengamî, Hızrî, Kemalî, Kamilî, Kemterî, Kusurî, Lutfî, Mehmed, Mehmed Ali, Merdanî, Meydanî, Micmerî, Minhacî, Muhibbî, Nazî, Nigarî, Nuri, Pesendî, Remzî, Ruhsatî, Develili Seyranî, İspartalı Seyranî, Seyyid Osman, Sabri, Sururî, Sümmanî, Şermî, Şenlik, Tahirî, Tanburî Mustafa, Tıflî, Zehrî, Zihnî.

20'NCİ YÜZYILDA AŞIKLIK GELENEĞİ

20'nci yüzyılda âşıklık geleneği gücünü muhafaza etti. Âşıklar, medeniyet ve teknoloji çerçevesinde seyreden değişikliklere ayak uydurdu. Her devirde olduğu gibi bu yüzyılda da âşıklar, toplumun aynası olma özelliğini korudu. Ülke sathına yayılan ve toplumu etkisi altına alan radyo, televizyon ve gazete gibi kitle iletişim araçlarının ağır baskısına karşı varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. 1931, 1964 ve 1967 yıllarında Sivas'ta ve 1966 yılından itibaren Konya'da yapılan âşıklar bayramında var olduklarının ve geleneğin yaşadığının sinyallerini verdiler. Ülkenin dört bir yanında yapılan şenlik, festival, bilgi şöleni gibi sanat ve kültür faaliyetlerine iştirak ederek, tarihteki eğlendirme ve eğitme gayretleri içinde oldular. Doldurulan plak ve kasetlerle türkü repertuarına katkıda bulundular.

Bu yüzyılda hece vezni yine vazgeçilmez ölçü oldu. Hemen her konuda ortaya konulan şiirler, sazlarla daha kalıcı ve etkileyici hale getirildi. Saz, irticalen şiir söyleme, mahlas kullanma, karşılaşma yapma bu yüzyılda da devam etti. Ancak, hikâye anlatma ve muamma çözme geleneği eski gücünü yitirdi.

Aşk konusunun yanında geçim zorluğu, şehre göç, gurbet, yaşanılan problemler, toplum ve devlet işlerindeki düzensizlikler de ağırlıklı olarak şiirde kendisini göstermeye başladı.

Abdülvahab Kocaman, Ahmet Poyrazoğlu, Ali İzzet Özkan, Âşık Veysel, Aziz Üstün, Bayburtlu Celali, Cemal Hoca, Davut Sularî, Derdiçok, Efkarî, Emsalî, Eyyubî, Fehmi Gür, Ferrahî, Gufranî, Gürünlü Gülhanî, Habib Karaaslan, Hacı Karakılçık, Hasretî, Hicranî, Huzurî, Hüdaî, Hüseyin Çırakman, İlhamî Demir, İlhamî, İsmetî, Kağızmanlı Hıfzı, Kul Gazi, Kul Nuri, Kul Semaî, Mahzunî Şerif, Maksut Feryadî, Mehmet Yakıcı, Meslekî, Mevlüt İhsanî, Meydanî, Murat Çobanoğlu, Musa Merdanoğlu, Müdamî, Mürsel Sinan, Nusret Korunî, Pervanî, Posoflu Zülalî, Reyhanî, Ruhanî, Rüstem Alyansoğlu, Sarıcakız, Sefil Selimî, Selmanî, Seyit Yalçın, Seyit Türk, Şeref Taşlıova, Talibî Coşkun, Yüzbaşıoğlu, Zakirî, Zülfikar Divanî, Neşet Ertaş yüzyılının en önemli şairleriydi.

AŞIKLIK GELENEĞİ HAKKINDA ANAHTAR KAVRAMLAR

*Meydan şairleri ve kalem şairleri

Kalem şairi tabiri, Türk halk şiirinde, saz çalmadan geleneğe uygun şiirler yazan kimseler için kullanılır. Oysa meydan şairleri, halkın içerisinde sazları eşliğinde doğaçlama şiirler söyleyen halk şairleridir.

Hak âşıkları

Âşık, halk arasında saz şairlerine verilen isimdir. Bunlar maddi aşktan manevi aşk derecesine yükselmişler ve bir pirin elinden bade içerek âşıklığa ulaşmışlardı. Bu tür âşıklar halk anlayışına göre "Hak Âşığı" diye adlandırılmış ve ilham kaynakları "İlâhi" olarak görülmüştü.

Badeli âşıklar

Hak âşıkları, badeli âşıklardır. Bunlar rüya motifi sonucunda âşık olmuşlar ve tasavvufi konuların ağırlıkta olduğu şiirler söylemişlerdir. Badeli âşıklar rüya motifi sonrasında âşık oldukları için, bunların şiirlerindeki ifadelerin ilahi kaynaklı olduğuna inanılır.

Âşıkların özellikleri

Saz ve söz âşık olmak için yeterli değildir. Bunun yanında âşıkların farklı hünerlere de sahip olmaları gerekir.

Bahşiş

Ellerinde sazlarıyla diyar diyar dolaşan âşıkların geçim kaynaklarından birisi de sanatlarını icra esnasında aldıkları bahşişleriydi. Âşıklar bu bahşişlerini yörenin ileri gelen bir kişisinin övülmesi neticesinde veya sanatlarını icra ettikleri kalabalık mekânlarda elde edebilirlerdi. Bu gelenek, "Yiğidin hafifini ağırını at bilir; beyin cömerdini cimrisini ozan bilir" deyişi ile Dede Korkut Oğuznameleri'nde de görülür.

Cönk

Halk şairlerinin şiirlerinin yazıldığı ve genellikle aşağıdan yukarıya doru açılan defterlere cönk; sağdan sola veya soldan sağa açılanlara ise mecmûa adı verilir. Cönklerde çeşitli şairlere ait destan, koşma, semai ve varsağılar yer alır. Bu yönüyle cönkleri halk şiiri antolojileri olarak görmek mümkündür. Bazen cönklerde halk hikâyeleri de bulunabilir.

Destan söyleme geleneği

Türk halk şiirinde âşlıkların; kahramanlık, savaş, göç, deprem vs. gibi konularda koşma tarzında yazdıkları uzun şiirlere destan denilir. Özkul Çobanoğlu destanı, "konu sınırlaması olmaksızın âşık tarafından destan yapmaya değer bulunan bir vakayı, bir cismi veya kavramı hikaye ederek anlatan ve sözlü kültür ortamında, âşığın ele aldığı konuyu anlatım tutumuna balı olarak geleneksel âşık havaları eşliğinde icra ettiği nazım türü" şeklinde tanımlar. Destanlar, sanat kaygısı ön planda olmadığı için âşıkların yazdıkları şiirler içerisinde, tarihi ve sosyal gerçekleri yansıtmada önemli bilgiler içerir. Âşık, daha ilk dörtlüğünde çevresine toplanan kalabalığa destan söyleyeceğini ifade eder.

Gurbet

Türk halk şiirinde gurbet, gurbette çekilen sıkıntılar ve sıla özlemi en çok işlenen konular arasında yer alır. Âşıklar iki sebepten dolayı sılalarını terk edip gurbete çıkarlar: Birincisi ellerinde sazıyla diyar diyar dolaşarak gezdikleri yerlerde sanatlarını icra ederler. Bunun neticesinde maişetlerini sağlayacak bir gelir elde ederler. İkincisi ise rüyasında bir pir tarafından kendisine bade/dolu içirilir ve sevdiği kendisine gösterilir. Uyanınca rüyasında kendisine gösterilen sevgiliyi bulmak için gurbete çıkar.

Himaye

Klasik Türk şiirinde olduğu gibi, Türk halk şiirinde de yörenin ileri gelen kişileri, âşıkları himaye edip onların çeşitli ihtiyaçlarını karşılamışlardı. Bunun neticesinde bu âşıklar kendilerini himaye eden kişileri öven şiirler söylemişlerdi.

Karşılaşmalar

Karşılaşma iki veya daha fazla âşığın bir dinleyici topluluğun önünde, sazlı sözlü deyişmesi, atışması ve imtihan olmasıdır. Söze usta, yaşlı ve misafir olanın başlaması şeklinde kurallar mevcuttur. Dinleyicilerin veya âşıkların belirlediği ayak/kafiye ve konuyla deyişlerine başlarlar. Birbirlerine muammalar, sorular sorarlar ve cevap isterler.

Âşıkların karşılaşmalarda, birbirlerine üstünlük sağlamak amacıyla yaptıkları söz yarışmalarına atışma adı verilir. Atışmaların belirli kuralları vardır ve âşıklar aynı ayakta sırasıyla birer dörtlük söylerler.

"Hayyalesselâ", "Haydi namaza" anlamında ezanda geçen bir sözdür. Bu söz, saz şairleri arasında "işte meydan, isteyen buyursun!" anlamında kullanılır. Bu bağlamda bir meydan okuma ifadesidir.

Atışmalarda yenen âşığın, yenilen âşığın sazını alması âdettendir. Böylece yenilen âşık onun ustalığını ve büyüklüğünü kabul etmiş olur. Saz alma eylemi, galip tarafı gösteren işlevsel bir niteliğe sahiptir.

Mahlas

Âşıkların şiirlerinde kullandıkları takma ada "mahlas" adı verilir. Âşıkların mahlas almalarının üç şekilde gerçekleştiği bilinir: Bunlardan en yaygın olanı âşığa ustasının mahlas vermesidir. İkincisi rüya motifine bağlı olarak rüyada görülen pir tarafından mahlas verilmesidir. Üçüncüsü ise bazı âşıkların mahlaslarını kendilerinin seçmesidir.

Meddahlık/Halk hikâyesi anlatıcılığı

Meddahlar, halk hikâyesi anlatan âşıklardır. Saz çalmasını bilenler sazıyla, bilmeyenler ise ellerinde bir asa ile taklit yeteneklerini kullanarak bir hikâyeyi baştan sona kadar anlatırlar.

Muammâ asma

Muamma âşık fasıllarında âşıkların yeteneklerini, kültürel birikimlerini ve sezgi güçlerini ölçmek amacıyla şiir biçiminde yazılan ve cevabı beklenen bir bilmecedir. Fuat Köprülü, âşıklık geleneğinin son bölümünde yer alan muamma tarzından hareketle bu türün klasik Türk edebiyatından âşık tarzı şiir geleneğine geçtiğini savunur.

Rüya motifi ve bade içme

Âşık tarzı şiir geleneğinde âşıkların şiire bağlama yollarından biri de rüya motifidir. Âşık rüyasında bir pir elinden bade/dolu içer. Uyanınca saz çalmasını bilmediği halde saz çalıp geleneğe uygun şiirler söylemeye başlar. Ayrıca rüyasında kendisine sevgilisi gösterilir. Âşık, rüyasında gördüğü sevgiliyi bulmak için elinde sazıyla diyar diyar dolaşmaya başlar.

Badeli âşıklar daha çok şehir hayatından uzakta kalanlar arasında görülür. Bade, "er dolusu" ve "pir dolusu" olmak üzere iki çeşittir. Er dolusunu içen âşıklar yiğit ve kahraman olurlar. Pir dolusu içen âşıklarsa sevdalara düşüp cefa çekmekte ve sevgilinin ardından yanıp tutuşmaktadır.

Saz

Âşık edebiyatı, saz ve söze dayanan bir edebiyattır. Sözün sazla birlikteliği, estetik etkiyi olumlu yönde etkilediği gibi sözün gücünü de artıran bir fonksiyona sahiptir. Bu bağlamda, İslâm öncesi dönemde kopuzun yerini alan saz, âşık edebiyatı ile birlikte anılır olmuştu. Köprülü, "Esasen saz şairleri tabirinden de çok iyi anlaşıldığı gibi, meslekten yetişmiş asıl âşıklar arasında, sazı olmayan, saz çalmayan bir şair tasavvur olunamaz." der.

Türkü

Anonim halk edebiyatının bir türü olan türküler, Anadolu insanının duyguları, düşünceleri ve hislerinin yansıdığı, ezgiyle söylenen şiirlerdir. Âşıklar bazı şiirlerini besteleyerek türküleştirmişlerdi. Böylece sahibi belli olan türküler ortaya çıkmıştır.

Usta-çırak ilişkisi

Âşık adayının geleneği öğrenip yetişmesinde en yaygın yöntem çıraklık eğitimidir. Bu eğitim icra esnasında ustanın izlenmesi esasına dayanır. Bu yüzden çırak, ustanın sanatını icra ettiği her ortamda bulunmak durumundadır. Çırağın belli seviyeye geldiğini gören usta onun da çalıp söylemesine izin verir. Onun hazırlıksız şiir söyleme yeteneğini geliştirmeye çalışır. Usta çırak ilişkisi karşılıklı saygı ve sevgiye dayanır, birbirlerinin varlıkları her ikisi için de övünç kaynağıdır. Çırakların her şeyden önce yetenekli olmaları ve geleneğe ilgi duymaları gerekir.

Usta malı söyleme

Âşıklar, katıldıkları toplantılarda kendi şiirlerini söylemeden önce ustasını şükranla anıp bir şiirini okurlar. Buna usta malı söyleme ya da usta malı satma denir.

(Türk Kültüründe Mitolojik Bir Kahraman Olarak Âşıklar, Dr. Öğr. Üyesi Erhan ÇAPRAZ; Kültürel Belleğin Uzman Taşıyıcıları Olarak Âşıklar, Prof. Dr. Mustafa ARSLAN; Başlangıçtan Günümüze Âşık Edebiyatı, Dr. Doğan KAYA, Âşıkların Dilinden Âşıklık Geleneği, Cafer ÖZDEMİR)

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN