Arama

Aşkın, umudun, pişmanlığın kokusu çiçeğinin renginde: Erguvan

Son yüzyılda iklimin insan marifetiyle bozulması ve bunun sonucunda bahar aylarının belki de yitirilecek oluşu, erguvanları ihtişamla yükseldikleri koruluklardan alıp eski resimlerin içine hapsediyor. Kokusu, renkleri, insana hissettirdiği umut duygusuyla bu güzel ağacın dünyamızdan silinişine tanık olmak üzücü… Bu yazımızda şiirlere, gönüllere, hayallere konu olmuş erguvanın kokusunu ve rengini sizlere getirmeyi amaçladık.

Aşkın, umudun, pişmanlığın kokusu çiçeğinin renginde: Erguvan
Yayınlanma Tarihi: 15.08.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 15.08.2018 14:33

Her toplumda, yazılı bir takvimin olmadığı antik çağlardan bu yana hayatta kalmanın, barınmanın, ısınmanın, yiyecek ve arı su bulmanın hatta savaşmanın son derece zor olduğu soğuk kış zamanlarının bitişi ve ilkbaharın başlangıcı insanlığın bekası için son derece önemliydi. Baharın başlangıcıyla vuku bulan doğa olaylarının, her çağda insanlar için anlamsal değeri büyüktü. Günümüz insanları nasıl ki modern takvimden faydalanıyorsa, eski insanlar için de takvim; doğadaki döngüsel değişimlerdi.

KÖKTEN DALA SEMBOL

Sembolik açıdan incelendiğinde ağaç; hayatı, düzeni ve başlangıcı temsil eder. Vikinglerdeki hayat ağacı, Yakut ve Altay Türklerindeki dünya ağacı, Amerikan yerlilerindeki ağaçtan yapılma totemler ve en nihayetinde Roma ve Bizans'taki erguvan ağaçlarının önemi buna misaldir.

Erguvan ağacının çiçek açması, çevre halklar için sıcak mevsimlerin başlangıcını haber veren bir simge... Bu sebepledir ki erguvan hem bir bitki olarak, hem de rengi bakımından onu çevreleyen toplumların hayatında ve Türk şiirinde kıymetli bir konumdadır.

ARGAMANNU, ERCUVANİ, ARGAVAN, ERGUVAN

Erguvan ağacının isimlendirilmesinde genellikle büyüleyici rengine atıfta bulunuluyor. Kelimelerin kökenine baktığımızda hemen hepsi Akadça'da mor rengi ifade eden "argamannu" sözcüğüne denk gelir. Aramiceye "argvana" diye geçti. Aramice'den Arapçaya "ercuvani" ve oradan da Türkçeye "argavan" diye geldi. Günümüz Türkçesinde erguvan halini aldı. Bununla birlikte Kutadgu Bilig'de yer alan on yedi çiçek isminden biridir. Bundan başka "deliboynuz", "selecek" ve "zazalak" diye de bilinir.

Bilimsel literatürde 1753 yılında İsveçli botanikçi Carl Linnaeus tarafından Latince "kabuk" (siliqua) ve Yunanca "dokumacı mekiği" (kerkis) kelimesinden türetilmiş "Cercis Siliquastrum" olarak isimlendirilen erguvan; İngilizcede "Judas Tree" yani "Yahuda Ağacı" olarak geçer ve bu adı Yahuda'nın Hz. İsa'yı tutuklattıktan sonra Hristiyan inancında kendini astığı ağaçtan alır. Lakin bu isimlendirmenin, erguvanların sıkça yetiştiği Fransa'daki "Judea" isimli tepelik bölgenin bir ağacı olan "Judea Ağacı" (Arbre de Judee) tamlamasının yanlış türemesi sonucu oluştuğu da söylenir.

BOTANİK ANLAMDA ERGUVAN

Çiçeği baharın habercisi olan erguvan ağacı; baklagiller familyasından 2 ile 10 metre boylarında olup, kışın yapraklarını döken bir bitki. Anavatanı Kuzey Amerika, Akdeniz havzası ve Batı Asya iken; Türkiye'de Marmara ve Ege bölgesinde yaygındır. Erguvani renkteki çiçekler ilkbaharda belirmeye başlar, yaza girmeden sona erer.

"BOĞAZİÇİ HÂLÂ GÜZEL"

Orhan Okay, İstanbul, özellikle Boğaziçi ile ilgili duygu, düşünce ve hatıralarını dile getirdiği "Boğaziçi Hâlâ Güzel" başlıklı bir yazısında erguvan ile ilgili olarak şunları söyler: "Eski İstanbullular, özellikle Boğaziçi sakinleri cemrelere, nevruza dikkat etseler de asıl baharın geldiğine erguvanların çiçek açmasıyla kani olurlardı. Dev gibi çamların, çınarların, kestanelerin arasında kaybolmuşken nisan sonlarına doğru birdenbire çıldıran çiçekleriyle baharın saltanatını onlar tek başına yürütür. 1940'larda, adı çoktan değişmiş de olsa hâlâ Şirket-i Hayriye denilen vapurların gedikli yolcuları, kaptanın sanki her seferinde Boğaz'ın gizli bir köşesini göstermek ister gibi usta manevralarıyla, hiç beklemedikleri küçük bir dönüşünde tepelerde, yamaçlarda, kıyılarda, köşklerin, yalıların bahçelerinde açık mor mu, eflâtun mu, pembe mi, hayır hiçbiri değil, o kendi ismini taşıyan rengiyle erguvanlarla karşılaşırlardı. O zaman, hilkatin ustalar ustası ressamının fırça darbeleriyle bütün Boğaz, göğü ve deniziyle erguvan olurdu."

BURSA'DA BAYRAM

"Bu topraklarda gülden sonra bayramı yapılacak çiçek varsa o da erguvandır."

Yüzyıl öncesine kadar Bursa'da bir bahar geleneği olarak "Erguvan Bayramı"nın kutlanılırdı. Evliya Çelebi'nin "Erguvan Cemiyeti Faslı" diye söz ettiği bu geleneğin, Emir Sultan tarafından başlatıldığını, her yıl Nevruz başlarında Anadolu'nun dört bir yanından Bursa'ya gelip Emir Sultan türbe dergâhını ziyaret eden dervişlerin, sabahlara kadar zikrettiklerini Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Bursa'yı anlattığı Beş Şehir adlı kitabının ilgili bölümünden haber verir.

BİLGELİK VE SEZGİNİN EŞ ÇAĞRIŞIMI

Renkler insan kültüründe her zaman belirleyici bir yere sahipti. Roma ve Bizans'ta erguvan rengi kraliyeti temsil ederken, Hint kültüründe sarı renk tanrıları simgeler.

Erguvan rengi batı toplumlarında güzellik, zalimlik, zeval, dikkat çekici, tevazu, gizem, nüfuz ve erdemi temsil ederken; Japon kültüründe kutlama, zeval, bilgiden gelen sezgi, gizem ve bilgeliktir; Hint kültüründe ise histen gelen sezgi ve bilgelik anlamlarında kullanılagelmiş.

AURA VE TAÇ

Mistisizmde canlıların etrafında olduğu varsayılan ve onların sağlık, kişilik ve ruhsal özelliklerine göre renk ve şekil değiştiren, gözle görülemeyen enerji alanı mevcuttur; buna aura denir. Aura açısından da renklerin önemi vardır. Her rengin aura açısından anlamı farklıdır.

Erguvan rengi, mistisizmde aura açısından derin bir ruhsal bilince işaret eder. Mor aura tinselliği, sezgiselliği, öğretmeyi ve geleceği görmeyi temsil eder. Bundan yola çıkarak baktığımızda tinsel çağrılarını vurgulamak için erguvan rengi cübbe giyen Hıristiyan rahipler hiç de şaşırtıcı gelmez.

Ayrıca, erguvan renginin çakralardaki anlamlarından biri de taçtır. Taç ise asaleti, aydınlanmayı yani erginlenmeyi temsil eder.

UTANCIN AĞACI, PİŞMALIĞIN RENGİ

Erguvanın Hristiyan inancındaki motif özelliğine değinirsek; İsa'nın on iki havarisinden biri olan Yahuda, İsa'yı yakalamaya gelen askerlere, onun kim olduğunu göstermek amacıyla yanağına kondurduğu "ölüm öpücüğü" sonrasında utanca kapılmış ve bu durum yüzünün adeta erguvani bir renk almasına neden olmuştu. Ardından, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi sonrasında Yahuda kendini bir erguvan ağacına asarak intihar etmişti.

Söylenir ki erguvanın rengi de bu olaya telmihte bulunularak gerek ihanetinin utancından, gerekse de ölümün kanının renginden eflatun tonundan pembeye doğru bir dönüşüme mazhar olmuş.

Diğer yandan, İslam inancında ise Yahuda, Hz. İsa'nın şekline büründürülmüş ve İsa yerine çarmıha gerilmiş, bu olmadan önce de erguvani renkte bir elbise giydirilmiş.

Rivayetlere bakıldığı zaman "utancından mosmor oldu" deyişinin Yahuda'dan mı yoksa biyolojik olarak insanın yüzünün hafifçe renk değiştirmesinden mi geldiği, tüm bunların irdelenmesinin ardından hoş bir çelişki olarak aklımıza takılıyor.

HANİÇE'NİN SEVDASI ERGUVANA RENK VERDİ

İstanbul'un Çatalca ilçesinde erguvan çiçeklerinin beyazdan erguvani renge dönüşümü şu olaya dayandırılıyor: "Kral Yağfur'un kızı Haniçe, canından çok sevdiği sevgilisini dört gözle bekler. Haniçe'nin sevgilisi bir gün onu görmeye gelince tekfurun adamları tarafından Topuklu Çeşmesi'nde su içerken yakalanır ve surların dibinde acımasızca diri diri yakılır. O gün sevdalısının gözlerinin önünde diri diri yandığını gören Haniçe, sevdiğinin acısını dindirip onu kurtarmak için Topuklu Çeşmesi'nin havuzunun başına gidip elleri ile bir avuç su alır, bu sırada havuza Haniçe'nin gözlerinden iki damla gözyaşı düşer. Topuklu havuzuna düşen iki damla gözyaşı birdenbire havuzu kıpkırmızı kan ile doldurur. İşte o günden beri Çatalca'da mayıs ayı gelince beyaz açan erguvan çiçekleri Haniçe'nin aşkını anlatırcasına rengini değiştirerek bugünkü renginde açmaya başlar.

Diğer yandan, Haniçe ismi Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde geçen Çatalca'nın eski adıdır.

MEDUSA- ŞAHMERAN

Mitolojik anlamda ise erguvan; Yunan efsanelerinde adı geçen yılan-başlı Medusa'ya benzerliği ile dikkati çeken Türk efsanelerindeki Şahmeran ile ilişkilendirilir. Bu çiçeğe bağlı olarak Çatalca'da Şahmeran anlatısı mevcut…

Gelecekte bir vakit Şahmeran'ın yeraltındaki ordusunun erguvanların çiçek açtığı mevsimde Çatalca'daki mağaralardan yeryüzüne intikal ederek, dünyayı ele geçirecekleri söylenir. Bu nedenle her yıl Şahmeran'ın askerlerinin Çatalca'ya erguvan ağaçları diktikleri rivayet ediliyor. Belki de bu yüzden Çatalca'da her geçen yıl erguvan ağaçlarının sayısı, halk tarafından dikilmemesine rağmen artmakta...

Şahmeran ölümü simgeliyorsa, ordusunun erguvanların çiçek açtığı vakit yeryüzüne çıkacak olması durumu da ölümden sonraki yaşamı simgeliyor ve erguvanlar da buradan hareketle ölümden sonrasını simgeliyor denilebilir.

YENİDEN DOĞUŞ

Aşkın ömrü üç yıl iken, erguvanların ömrü daha kısadır ancak erguvan çiçekleri her yıl yeniden doğar, bu noktada kozmik ritimle de uyumludur. Bu durum erguvanın hem ölümü, hem de yeniden doğuşu çağrıştırmasına işaret eder. Metafor olarak tıpkı toprakta olduğu gibi doğum, yaşam, ölüm ve yeniden doğuş döngüsünde sembolik bir yer edindiğinden, hayatın temel geçiş dönemlerini destekleyici bir unsur olarak karşımıza çıkar. Buradan hareketle erguvanın insana yeniden doğuş umudunu aşıladığını söylemek mümkün...

AMERİKA YERLİLERİNDE ERGUVAN

Tarihin en eski çağlarına baktığımız zaman şamanların hastalıktan korunmak ve kötü ruhları def etmek için erguvanları kullandıklarını görmekteyiz. Ayrıca, Amerika'nın sahib-i aslisi diyebileceğimiz Amerikan yerlileri, örneğin Kiyovalar bu kısa ömürlü çiçeklerin ilk tomurcuklarını ilkbaharın kesin işareti olarak görmekteydiler. Karakışı kovup uzaklaştırmanın en kestirme yolunu, erguvanların çiçeklenmiş dallarını çadırlarının kapısına asmakta buldular.

MOR, ASİLLERİN RENGİDİR

Çok değerli bir renk olarak kabul edilen mor renk asillerin, yüksek tabakanın ve saray erkânının tercih ettiği bir renk olmuş. Erguvanın "soylular ağacı" olarak kabul edilmesi, Bizans İmparatorluğu'na hatta daha öncesine dayandırılıyor.

Bizans'ta erguvan, soylular ve imparatorlarca sahiplenilmişti; kendi aile ve cetlerini "erguvan kanlı" olarak adlandırmışlardı. Sadece imparatorlar "erguvani pelerin" giyebilirdi. Halkın bu renk pelerin kullanması yasaktı. Hem de kimyasal olarak bu rengin üretilmesi o dönemlerde son derece zordu, bu nedenledir ki kendilerini insanüstü olarak gören hükümdarların, elde edilmesi zor erguvan rengini sahiplenmeleri anlaşılabilir bir durum. Böylelikle sıradan halk ile imparatorun erişilemez sınıfsal farklılığı ve mutlak kudreti; ulaşılamaz bir renk olan erguvanla daha da etkin bir biçimde simgelenmekteydi.

Bu renk, doğal yolla ancak bazı yumuşakçaların topluca yok edilmesi pahasına elde edilebiliyordu.

11 MAYIS, ROMA'DA ERGUVAN MEVSİMİYDİ

Milattan sonra 330 yılında İmparator I. Konstantin, İstanbul (Byzantium) şehrinin adını "Yeni Roma" olarak değiştirdiği sırada rivayete göre erguvan mevsimiymiş. Tarihçiler bu günü 11 Mayıs olarak kabul ederler. Sanki İstanbul'un kuruluşuna dem vururcasına 11 Mayıs günü eflatun renkli çiçeklerini baharın ortasına salıverir. Eflatundan pembeye dönen çiçekler adeta bir renk cümbüşü yaratır.

PORFİNOJENET

Roma'da da erguvani renk imparatorluğa aittir. Bir Roma imparatorunun bebeği doğduğunda erguvani bir renkte beze sarılır ve bebeğe "porfirojenet" yani "erguvanlar içinde doğmuş" denilirdi.

Romalı askerler Hz. İsa'nın göğsüne "Yahudilerin Kralı" yaftasını asmadan önce ironi maksadıyla ona erguvan renkli bir bez giydirmişlerdi.

OSMANLI'DA OTAĞ RENGİ

Osmanlılarda ise Rodos fatihi genç Kanuni, şövalyelerin büyük reisi L'Isle Adam'ı erguvan renkli bir çadır altında kabul etmişti. Çadır (otağ) Osmanlı kültürüne göre sembolik bir öneme sahipti, örneğin ortasına dikilen direk, evrenin merkezini ve hayat ağacını temsil etmekteydi.

MISIR'DA ASALET, ÇİN'DE HEDİYE RENGİ

Rengi asalet sembolü olarak kullanılan toplumlardan bir diğeri de eski Mısır'dı. Erguvani olan Lotus çiçeğinin tonu asillerin sembolüydü.

Çin'de ise mor renkli ipek kumaşlar özellikle uluslararası hediyeleşmelerde kullanılmıştı.

TABİAT ŞİİRDE YERİNİ ALDI

Divan şiirinin belli başlı konularından ve aynı zamanda şairlerinin ilham kaynaklarından biri de tabiattı. Divan şairlerinin tabiatı yorumlamaları daha çok sembolist, yer yer empresyonist sayılabilecek bir algılamanın ürünü olarak karşımıza çıkar. Tabiatın çeşitli unsurları üzerine kurulmuş çok zengin ve renkli tasavvurlardan meydana gelmiş olan şiirler, işte bu algılamanın ürünü olarak ortaya çıkmışlardı.

Öncelikle Divan şairinin genelde tabiata, özelde erguvana halk ve Tanzimat sonrası, özellikle Cumhuriyet sonrası dönem şairleri gibi bakmadıklarını, aralarında ciddî bir algılama ve yansıtma farklılığı olduğunu belirtmek gerekir. Divan şairinin tabiata bakışı, görüneni anlatmaktan ziyade görünenin kendi muhayyilesinde meydana getirdiği izlenimi, kendine has bir söyleyiş kalıbı içinde dışa vurmak biçimindedir. Çok şeyde olduğu gibi Divan şiirinin tabiatı algılayışının arka plânını tasavvuf şekillendirir.

Sabri Esat Siyavuşgil, konuyla ilgili bir yazısında şöyle der: "Divan şairi tabiatı, bir mutasavvıfın gözüyle görür. Nazarında tabiat, bütün çiçek, su ve rüzgârıyla, vahdaniyetten nişânedir. Her varlık, kül olan Vücûd-ı Mutlak'ın bir cüz'ü; her manzara, Hüsn-i Mutlak'ın bir tecellisidir. Divan şairi, tabiata bir ayna imiş gibi bakar ve onda yalnız kendini, yani insanı görür."

Gerçekte Divan şairi tabiatla ilgili hangi unsuru ele almışsa mutlaka insanı anlatmak için bir araç olarak tasavvur eder, bu çerçevede değerlendirir.

Şükrü Elçin, Siyavuşgil'den aktardığı yazısının devamında Divan şairi ile tabiat arasındaki ilişkinin boyutunu şu sözlerle devam ettirir: "Divan şairi hassasiyet ve muhayyilesini tabiata tâbi kılmaz, şiirini yalnız ona, münhasıran ona râm etmez; bilâkis tabiatı kendi felsefesine, kendi dünya görüşüne bağlar ve onu muhayyilesinin bir bahçesi hâline getirir."

SEVGİLİNİN DUDAĞI, YANAK, YÜZ

Mazmun, anlam, kavram manalarına gelir. Edebiyatta, özellikle Divan Edebiyatı'nda bazı kavramları ifade etmek için kullanılan klişeleşmiş(kalıplaşmış) sözlere verilen addır. Mazmunlar benzetmeli, cinaslı ve nükteli sözlerdir.

Erguvân çiçeği sevgiliye ait dudak, yanak, yüz gibi güzellik unsurları başta olmak üzere birbirinden değişik ve zengin çağrışımlar bağlamında Divan şairine ilham kaynağı olmuş, Divan şiirinin kendisine has renkli dünyasının renkli bir unsuru olarak edebiyattaki yerini aldı.

ERGEVÂN…

Ergevân, ergavân, erguvân gibi okunuşlarla karşımıza çıkan Farsça asıllı kelime Türkçe Sözlük'te "Baklagillerden, eflatunla kırmızı arası renkte çiçek açan, güzel bir süs ağacı, deliboynuz (Cercis siliquastrum) şeklinde geçer.

Mütercim Âsım Efendi, Burhân-ı Katı adlı eserinde erguvan hakkında şöyle söyler: "Ergevân, pehlevân vezninde. Bu isimle maruf kırmızı çiçektir. Bârid ve yâbis, şerbeti def-i humâr ve ahşab-ı mahrukasını tıla, inbât-ı şa'r ve hizâb hususunda dahi bî-nazîrdir. Ercuvân muarrebidir."

Ahmet Talat Onay, "Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar" adlı eserinde "Ergavân, kırmızıya mail bir çiçek. Eski tıbba göre tabiatı soğuk ve kuru olduğundan şerbeti sarhoşu ayıltırmış, mahmurluğu giderirmiş, şarabı ferahlık verirmiş, ellere yakılırsa kınadan daha güzel parlak düşermiş" der.

"Erguvana şiir söyleme, anlatamazsın. Kendisi şiir. Gör ve duy, kâfi."
A. Süheyl Ünver

SARAY EDEBİYATINDA ERGUVAN

Divan şairlerinin erguvana bakışları ve değerlendirmeleri, gül, lâle, sümbül ve nergise bakış açılarından hiç de farklı değil. Hatta tamamen aynı tasavvurla baktıkları rahatlıkla söylenebilir. Ancak erguvan, gül ya da lâle kadar yaygın ve her yerde görülebilen bir çiçek/ağaç olmadığı için onunla ilgili tahayyül ve tasavvurlarda belli bir oranda sınırlılık görülüyor. Gerçi Divan şairi için unsuru görmek çok da önemli değil; onun için önemli olan algılama, tasavvur ve tahayyül olduğu için, somut unsur öyle ya da böyle bir şekilde gerçekten soyutlanmış olduğundan daha farklı bir hayalin çağrışımı için bir malzeme hâline gelmiş olacaktı.

Divan şairlerinin tercihlerini daha çok yüz, yanak ve dudak gibi sevgiliye ait güzellik unsurlarının mazmunu olan gül ve lâle gibi çiçeklerden yana kullandıkları, erguvanın bu çerçevede biraz daha geri planda kaldığı belirtilir. Gül ya da lâleden bahsetmeyen bir Divan şairini düşünmek imkânsız iken, yapılan araştırmalarda erguvandan bahsetmeyen birçok Divan şairine rastlanıyor.

Divan şairlerinin erguvanı konu edindikleri beyitlerin neredeyse tamamına yakınında renk unsurunun ön planda tutulduğu görülür. Bu bağlamda, sevgilinin yüzü/yanağı, âşığın gözyaşı ve kanı, şarap, âteş gibi unsurlar, hep renk ekseninde erguvanla ilişkilendirilen unsurlar olarak karşımıza çıkar.

Erguvan-Sevgili-Sevgilinin yüzü/yanağı

Erguvan ile sevgilinin yüzü ya da yanağı arasındaki ortak payda renktir. Sevgiliye ait güzellik unsurlarının en başında gelen yüz/yanak çoğunlukla güle, gül yaprağına ve lâleye benzetilirken, kimi şairlerin söz konusu ilgilerin yanına erguvanı da ekledikleri görülür.

Örneğin 16. yüzyılın önde gelen şairlerinden Hayâlî Bey bir beyitinde erguvan ile yanak/yüz arasındaki ilgiye goncayı katarak şöyle der: "Gonca senin yüzünü görünce, çehresi utancından erguvan rengine döndü."

Bâkî bir beytinde "Karşımda sevgilinin yanağı ve sâkînin kadehi dururken güle erguvana ve bahara kim minnet eder." diyerek sevgilinin yanağı ve sâkinin kadehi ile gül ve erguvân arasındaki ilgiye leff ü neşr sanatıyla göndermede bulunur.

Bu arada yeri gelmişken sevgilinin yanağı ile erguvan arasındaki ilgiyi sadece Divan şairlerinin konu edinmediğini, Halk şiirinin önde gelen simalarından Gevherî'nin de, benzer ilgiyi bir dörtlüğünde dile getirdiğini belirtmek gerekir:

Bu gün ben bir güzel gördüm
Hilâl kaşı keman olmuş
Dili bülbül saçı sümbül
Yanağı erguvan olmuş
(Gevherî)

Erguvan-Ateş

Erguvanın renginden dolayı ilişki kurulan bir diğer unsur kırmızılığı ve ısıtıcı/yakıcı özelliği ile âteştir. Divan şairleri içinde Bâkî kadar olmasa da şiirlerinde erguvana dikkat çekici sayıda yer veren bir ikinci şair olan Nev'î bir şiirinde oldukça orijinal bir hayal ile karşımıza çıkar.

Şiirde tasvir edilen zaman kıştır; ancak sürekli içki içen (beyte tasavvufî açıdan bakacak olursak sürekli olarak ilahî aşk şarabı/ateşini içen, ilahî aşkla hem-hâl olan) kişiye kışın/kesretin şiddeti tesir etmez. Çünkü içki/ilahî aşkın etkisiyle gerçek âşık ilahî aşk ateşiyle yanmakta olduğu için durumdaki kişiye yağan kar sanki sıcak bir pamuk, erguvan şarabı da âteş gibi gelir.

Nev'î bir başka şiirinde erguvan ile ateş arasındaki ilgiyi şöyle dile getirir: "İlkbaharın gelmesiyle birlikte açan erguvan ağacı sanki her tarafa alev saçıyor. Bu manzarayı gören bülbül bağa ateş düştüğünü sanır ve feryat etmeye başlar."

Hayâlî Bey bir şiirinde "harabat/meyhane içinde her peymânede/kadehte senin aksin görünmezse eğer, o peymâne/kadeh bana cehennem, kadehin içindeki erguvan renkli şarap da ateş olsun." diyerek erguvan ile ateş arasındaki ilgiye renk açısından yaklaşır.

Erguvan-Aşığın kanlı gözyaşı ve kanla dolu sinesi

Âşık çeşitli nedenlerle (mecazî ya da gerçek) sevgiliye kavuşamamanın verdiği acıyla sürekli ağlar, gözyaşı döker. Öyle ki âşığın döktüğü gözyaşları belli bir zaman sonra, uzun süreli ağlamanın neticesinde kıpkırmızı olan gözden akarken, sanki gözden kan damlıyor izlenimini verecekti.

Nevî bir şiirinde "Tenim gözyaşlarımın kanlı olmasından dolayı erguvan ağacına döndü. Aynı şekilde vücudum viran, yüzümün rengi de sapsarı kesildi." der.

Şeyhülislam Yahyâ da, kanlı gözyaşı ile erguvan arasındaki ilgiyi bir beytinde şöyle dile getirir: "Gözümü baştan ayağa damla damla kan içinde gören, bu, dert ve mihnet gül bahçesinin erguvan ağacıdır."

Erguvan-Kanlı kılıç-Kanlı ok

Azmî-zâde Haletî bu tasavvuru çok sık bir şekilde şiirlerinde kullanmıştı. Estergon Kalesi fatihi Vezirazam Mehmed Paşa vasfında kaleme aldığı kasidenin bir beytinde kanlı tîğ/kılıç ile erguvan fidanı arasındaki ilgiye değişik bir tasavvurla yaklaşır ve "Onun kana bulaşmış kılıcı bir erguvan ağacıdır ki, o ağacın gölgesinde insanlar kendilerinden emin bir şekilde hoşça vakit geçirirler." der.

Erguvan-Sevgilinin elbisesi

Sevgilinin giydiği elbise de tıpkı sevgilinin yanağı gibi erguvan renkli oluşuyla dikkat çekicidir ve özellikle Bâkî erguvân elbise ilişkisine birkaç şiirinde yer vermiş, dahası divanındaki 390 no'lu gazelinin bütün beyitlerinde ergavân-câme ilişkisini farklı tasavvur ve tahayyülere konu etmişti.

Bâkî aynı şiirin mahlas beytinde ise "kanına girmek" deyimini başarılı bir şekilde kullanarak oldukça güzel bir hayali şöyle dile getirmişti: "O serv-i revanı/sevgiliyi erguvani elbise giymiş sanmayınız; o, gönlü hasta olan/âşık Baki'nin baştan ayağa kanına girmiştir."

İSTANBUL SEVDASINDA DA ERGUVAN

Cumhuriyet döneminde de erguvan ağacı şairlerimizin kaleminde yerini buldu. Ziya Osman Saba, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Cansever ve birçok değerli şairin eserlerinde de erguvan ağaçlarına rastlanıyor.

Beklemem fecrini leylâklar açan nîsânın,
Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın
(Yahya Kemal Beyatlı)


Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla Orda uçsuz bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu."
(Edip Cansever)

Düşünceli yürürken bir yol dönemecinde,
Çıkacak önümüze beyaz dallarla bahar.
Hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu,
Erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar.
(Ziya Osman Saba)

Erguvan hep sevmiştir utangaçlığı
Kim bilmiş ki, görmeye gelmez sırrın.

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

(Divan Şiirinde Erguvân,Şener Demirel; Soyluluk Çiçeği "Erguvan"a Kültürel Bir İnceleme Aynur Koçak, Serdar Gürçay)

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN