İslam'ın Medine'de doğuşuyla birlikte Hz. Peygamber zamanında Arap yarımadasının hemen hemen her tarafına, Hulefay-ı Raşidin döneminde de bir taraftan bütün İran Sasani imparatorluğunun topraklarına, diğer taraftan Bizans'ın eski toprağı olan doğu Anadolu ile kuzey Afrika topraklarına sahip olup da bu yörelerin halklarıyla iç içe bir hayat sürmeye başlamasıyla ister istemez buraların halklarıyla her konuda temasa geçildi. Her şeyden evvel Müslümanlar, fethettikleri bu ilim merkezi şehirlerin sakinlerine karşı İslam'ın emri gereğince son derece iyi davranıp vahyin emirleri doğrultusunda hukuklarını korudular. Dolayısıyla Müslümanlar, bu yakın komşuluk hatta hemşehrilik ve vatandaşlık imkanından yararlanmasını gayet güzel bir şekilde başardılar. Bu ciddi siyasi yaklaşımlar olmaksızın, Müslümanların daha 28/649 yılında Hz. Osman zamanında güçlü bir donanmayla Kıbrıs adasını fethetmeleri, 31/652 yılında Sicilya kıyılarına varmaları ve kısa bir süre sonra Rodos'u ele geçirmeleri mümkün değildi.
Özellikle Emevi Devletinin ilk kuruluş yıllarından itibaren fatihlerin, Müslüman olan ve olmayan vatandaşlarının kültür mirasını tedrici bir şekilde ele alarak özümsemeleri için uygun koşullar gerçekleşmişti. Günümüze kadar ulaşan simyaya dair Arapça bir elyazması, Yunan simyacı Zosimos'un (350-420) bir risalesinin 38/658 yılında gerçekleştirilmiş bir Arapça tercümesi olarak karşımıza çıkmaktadır.[1] Eğer ilk dönemlerde gerçekleşen bu ilişki zincirine ve ilmi alışverişlere bakacak olursak, ileride Emevilerin ilk halifesi olacak olan Muaviye'nin henüz Suriye valiliği sırasında eski Grekçe eserlerin Arapça'ya tercüme edilmesine karşı büyük bir ilginin uyandığını görürüz. Ama bu durum, Müslümanlarla o dönemin Grek ve Pers halklarıyla ve Mısırlılar arasındaki ilmi ve fikri yaklaşımda çok büyük farklılıklar olsaydı, kesinlikle bu ilmi gelişmeler meydana gelemezdi. Özellikle düşünce hareketlerin taşıyıcıları olan şehirlerde yetişmiş ve büyümüş Müslümanlar, İslam'ın ortaya çıkmasından önce komşu halkların kültürel etkilerine tamamen kapalı oldukları asla düşünülemez. Aynı şekilde yeni fethedilen yerlerin sakinleri de yeni yöneticilerine uyum sağlayabilmede hiçbir zorlukla karşılaşmadıkları açıkça görülmektedir. Mesela ilk dönem Emevi hükümdarlarının sarayında Hıristiyan/Nasturi ve Süryani tabipler çalışmaktaydı. Muaviye (41/661-60/680) zamanında Dımaşk'ta hatta muaviye'nin sarayında doktor olarak çalışan İbn Âsâl bunların en önde geleniydi. Ebu'l-Hakem ed-Dimaşkî ve oğlu el-Hakem Hıristiyan olup Muaviye'nin hizmetinde tabip olarak çalışmışlardı.[2]
Fethedilen ülkelerin kültür merkezlerindeki bilgileri alıp özümsemeye yönelik zaten var olan ilgiyle daha ilk dönemlerde ilk kez bir tıp kitabı Arapçaya tercüme edilmiştir. İskenderiyeli tabip Ahron'un yazdığı ve bir ders kitabı mahiyetindeki eseri Abbasi dönemi gayr-i Müslim tabiplerden Maserceveyh el-Basri tarafından iki bölüm daha ilave edilerek Arapçaya tercüme edilmiş olması büyük bir önem taşıması anlamına gelmiyor muydu? Bu tercüme eserin beşinci Raşid halife Ömer İbn Abdülaziz'in (99-101/717-720) kütüphanesinde bulunduğu ve Halife tarafından herkesin istifadesine sunulduğu bilinmektedir.[3]
Aslında o günkü ilim dünyasına bakıldığında İslam dünyası dışındaki ilmi verilerin İslam kültür ve ilim havzasına aktarılması Hicri birinci yüzyılın ikinci yarısından sonra Emevi prensi Halid İbn Yezid'in (ö. 85/704) girişimiyle Arapça'ya aktarılmış olan Ahron'un ders kitabı mahiyetindeki bu tıp eseri bizzat Halid'in başta kimya olmak üzere bu ilimlerle ilgilenmesiyle başladığını görüyoruz. Ancak Müslümanlar tarafından bu dönemde alınan ve benimsenen yabancı kaynaklı ilimler sadece Grek eserleri olmayıp diğer fethedilen bölge halklarının eserlerinden de yararlanılmıştır. Horasan ve Orta Asya fatihi büyük kumandan Kuteybe İbn Müslim'in (ö.96/715) fetih faaliyetleri sırasında Sasani Prensesi Şahafiriz'in kitapları arasında bulunan Farsça bir coğrafya eserinin Müslümanların eline geçtiği ve bundan yararlandıkları da yine bilinen bir husustur.[4]
İslam'ın ilme verdiği önem ve okuma ile yazmayı dinin ilk emri olarak kabul etmesi İslam dünyasında ilmin çok hızlı bir şekilde yayılmasını sağlamıştır. Eğer ilme verilen değer Hz. Peygamber'in bu konudaki öğretileri ve emirleri olmasaydı belki bu fethedilen bölgelerde karşılaştıkları yeni komşularının ellerinde buldukları eserleri hiç de önemsemeyecek ve asla Arapçaya çevirme gibi teşebbüsleri olmayacaktı. İlme karşı olan açılımları ve derin bakış açıları "Hikmetin Müslüman'ın yitik malı olduğu" anlayışıyla hareket etmemiş olsalardı belki eski Yunan, Mısır ve Pers ilimlerini yansıtan bu küçük risaleler de kaybolup gidecek ve Avrupalıların övüneceği eski kültürlerinden de söz etmek mümkün olmayacaktı. Hatta muhtemelen Avrupa Rönesansı da ortaya çıkmamış olacaktı. Ama Müslümanların ilme yaklaşımları ve ne olursa olsun kime ait olduğuna ve kimin yazdığına bakmaksızın insanlığın yararına olan bir bilgi manzumesini ele alıp geliştirmeleri dünya ilimler tarihine büyük bir katkı sağlamış ve ilmi araştırmaların alabildiğine geniş bir perspektifle görülmesini sağlamıştır. Müslümanların ileriyi görerek son derece bilimsel bir bakışla ortaya çıkan ilmi yaklaşımları ilmin İslam coğrafyasından Avrupa'ya taşınmasını ve hatta Rönesans'ın ve dolayısıyla bugünkü Avrupa uygarlığının ortaya çıkmasını sağlamıştır.
[1] F. Sezgin, GAS, IV, 75
[2] Ahmet Ağırakça, İslam Tıp Tarihi, İstanbul 2004, s.86
[3] F.Sezgin, GAS, III, 5-6,
[4] F.Sezgin, a.g.e.,X, 64.