Kur'ân-ı Kerim ve dolayısıyla İslâm bütün hükümleri diğer düşünce akım ve nazariyelere nazaran meseleyi daha değişik bir açıdan değerlendirmekte, insanoğlunun yemek, içmek ve diğer insani arzularına olan meyline cevap vermekle beraber insanoğlunu daha ulvî, daha önemli değerlere ve hedeflere yöneltmektedir. Çünkü eğer insanın nihâî hedefi sadece onu doyurmak ve yemek-içmek ihtiyaçlarını gidermek noktasında toplanırsa da o zaman insanı tümüyle yeryüzüne bağlamak, anlamına gelmektedir ki bu da insanın iman şerefinin verdiği o kapsayıcı ulvî mevkiden uzaklaşması demektir:
"... Küfür içinde (iman etmeden yaşayanlar) ise ki onlar dünyadan faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler, onların yeri de ateştir." (Muhammed, 47/12).
Gerçekten insanın faaliyet alanlarının ve beşeri hedeflerinin genişletilmesi, çeşitlendirilmesi, daha ulvî ve daha şerefli noktalarla bağının kurulması bu dünya hayatına daha büyük ve gerçek bir değer verdiğini ortaya koyar. İnsanoğlunun bir taraftan yeryüzünün halifesi olma özelliğini taşıyor. olması diğer taraftan yeryüzünün nimetlerine tamamen yapışıp başka herhangi bir hedef ve gayesinin olmaması onun yaratılış gayesi ile yaşantısı arasında bir denge olmadığı aksine bir tezat bulunduğunu gösterir. Halbuki bütün bunlar dünya hayatının faydalarıdır. Nihayet dönüp varılacak yerlerin en güzeli Allah katındadır:
"(Ey Muhammed) Müminlere de ki: "Size bunlar (dünya ve içindeki nimet ve güzellikler)'den daha hayırlısını haber vereyim mi (harama şirk ve günahlara düşmekten Allah'tan) korkanlar için Rableri katında ağaçlarının altından ırmaklar akan cennetler vardır. Ki, orada ebedî kalıcıdırlar. Onlar için (orada her türlü görünen ve görünmeyen hayız ve benzeri çirkinliklerden) temizlenmiş zevceler ve en büyük nimet olan Allah'tan da bir rıza vardır. Allah kullarının bütün amellerini hakkıyla görücüdür.
(O muttakiler) ey Rabbimiz biz gerçekten iman ve itaat ettik. Artık günahlarımızı mağfiret et ve bizi cehennemin azabından koru diyenler, sabredenler (şehvet ve nefsî arzularını terkederek Allah'ın emir ve nehiylerine uyanlar), doğru olanlar Allah'a itaat edenler, Allah yolunda mallarını hak sahiplerine infak edenler, duaların en çok kabul edildiği seher vakitlerinde istiğfar edenler, Allah'tan af dileyerek namaz kılıp dua edenlerdir." (Âli İmrân, 3/14-17).
Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok ayetinde kâinattan ve dünyadan söz edildiği gibi göklerin ve yerin insanoğlunun emrine verildiği, onun rızık, kazanç ve çalışmasıyla ilgili meselelerin ele alındığı, arzularının ve beden ihtiyaçlarının giderilmesi hususlarını ve bunun yanı sıra günlük hayatın düzenlemektedir. İnsanoğluna çizilen ulvî beşerî hedef ve değerlere baktığımızda şunu görürüz: Müslüman öncelikle insanın yeryüzünün imarı görevini yüklenirken Allah'ın yeryüzündeki halifesi sıfatını en mükemmel şekilde ifâ edip bu konudaki gerekli faaliyetlerini gösterdiği gibi asıl yaratılış gayesi olan O'na ibadeti ve bu konuda O'na yönelmeyi de kesinlikle ihmal etmez.
Kur'ân-ı Hakim'in sunmuş olduğu bu dengeli yaşama müminleri davet ederek ortaya koymuş olduğu ölçü ve prensiplerin doğrultusunda hareket etmelerini ve adil davranmalarını emretmektedir. Bunun yanı sıra beşerî tecrübenin bazen maddeye tamamen yönelerek insanın ruhî ve manevî yönlerini ihmal ettiğini veyahut da bunun aksine tamamen ruha ve manaya önem vererek insanın bütün maddi isteklerini ihmâl edip bir tarafa meylederken diğer tarafa tamamen sırt çevirdiğini ve bunun da insanın yeryüzündeki görevine ve yaratılış gayesine ters düşüp ulvî emirlerin tahrif edildiği anlamını vermektedir.
İnsanın maddî, ruhî ve manevî alanlarının ayrılması, insanın ya sırf bir maddeye yönelmesiyle ya da her ikisini de idare etmek suretiyle, ama din ve dünya işlerinin arasını tamamen ayırarak veya bu insanın yeryüzündeki görevini unutarak, bütün dünyaya sırt çevirip ondan kaçmak suretiyle bir köşeye gizlenmesini istemez. İnsanın bu maddî ve manevî yönlerinin birbirlerinden ayrılması onun şahsının mahvedilmesi veya ferdî planda onun yok edilmesi anlamını doğurmaktadır. Bu da insanın asıl hedefini yitirmesi ve gayesinden uzaklaşması demektir. İnsanın da bu gayesinden uzaklaşması halinde toplum kendisini birçok noktada aciz hissedecek asıl yeni buluşlar, keşifler ve ilerlemeler karşısında eli kolu bağlı olarak kalıp herhangi bir faaliyet gösteremeyecektir. Bunun da akabinde yıkılışlar, yok oluşlar ve çöküşler başlar.
İnsanın dünya ile ve kâinat olayları ile çatışması düşüncesi, batı düşüncesinden kaynaklanmaktadır ki bu da tamamen pragmatist bir anlayış ile meselelerin değerlendirilmesindendir. İlk anda insana mantıkî ve zarurî gibi gelebilecek felsefî çerçeveler içerisinde ele alınan bu düşünceler, insan ile kâinat arasında bir çatışmayı kaçınılmaz görmektedirler. Halbuki bu çatışma mantığının ele alınması ve bunun neden kaynaklandığı meselesini düşünecek olursak bunun hangi çürük ve temelsiz düşüncelere dayandığını görebiliriz. Bu çatışma düşüncesi ile Avrupa halklarının alışkın olduğu ırkçı bir anlayış hâkim kılınıp bununla halkların, mustazaf kitlelerin köleleştirilmesi amacı güdülmektedir.
Halbuki buna karşı Kur'ân insanoğluna canlı bir adalet ve dengeli bir hayat şekli vermektedir ki son derece mantıkî ve adil olduğu gibi aynı zamanda içinde hiçbir çözülme, sıkıntı ve ızdırabın olmadığı bir toplum ve yaşama tarzıdır. Bizler ruhî ve maddî kuvvetin birlikte olduğu bir yapıya uygun olarak yaratılmış bulunuyoruz. Bundan dolayı da kesinlikle parçalanıp ayrılmayan, asla gayesinden sapmayıp herhangi bir tarafa meyletmeyen bir denge noktasını faaliyetimizin alanı olarak seçip bunu yaşamamız ve yaşamamızı buna göre ayarlamamız gerekmektedir. Bu denge yani madde ile ruh arasındaki ilişki insanı sürekli olarak daha ulvî ve bir hedefe ilettiği gibi onu daha köklü bir birleşmeye götürmektedir.
İnsanın yeryüzünde oynadığı rolü meselesine Kur'ân gerçek anlamıyla değerlendirme yaparak fert ve toplum, yöneten ve yönetilenler olarak meseleyi değerlendirmektedir. Yönetilen kitle ile yöneten kitle arasındaki ilişkilerin son derece çetrefil olan yönlerini ele alıp bunu bizzat yaşayan fert ve toplumunun hepsinin sahip olabilecekleri ahlâkî değerlerle çözülebileceğini ortaya koymaktadır. Kur'ân bu ümmetin veya bir başka kitlenin ortaya koyduğu toplum anlayışı ve medeniyetin ilerlemesi, yükselmesi veya gerileyip çökerek yıkılması halinde bütün bu hususlarda rol oynayacak en büyük etkenin fert olduğu ve ferdin de ahlâkî yapısının büyük bir önem taşıdığını en açık yanlarıyla açıklamış bulunmaktadır. İnsanın en çok ihtiyaç duyduğu ahlaki yapısının korunması ile de toplumda dürüst isnasların çoğalmasını sağlar. Dürüst ve samimi insanlardan oluşan toplum da sağlam temellere oturan toplumdur.
Kısaca haram ve helali ayırd eden, kanuni boşlukların verdiği yanlış fırsatlara iltifat etmeden haramlardan uzak kalan temiz bir yönetici kitlesiyle yönetilenleri kucaklayan bir yönetim anlayışını korursak sağlam temellere dayanan bir toplum oluşturmuş oluruz. Ama helal ve haram lokmayı ayırd edersek bunu gerçekleştirmiş oluruz.