Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde ve sayılmayacak kadar fazla örneklerle dile getirilebilecek olan bazı hususlar onlarca yerde zikredilmiş ve bu ayetlerle bize iletilen mesajda insanın faal medenî rolü ile gözle görülen ve görülmeyen tabiattaki güçlerinin birbirleriyle nasıl kaynaştırıldığı gösterilmiştir. Bu da insanın oluşturduğu medeniyet çerçevesinde Cenab-ı Allah'ın emir ve yasaklarına uyup bütün bu hüküm ve mesajlarla yolunu aydınlatarak yürümesi gerektiğini izah etmektedir. Küçük büyük ne olursa olsun, Cenab-ı Allah'a yönelerek ona şükrederek ve yalnız ona ibadet ederek hayatını düzenleyen insanın kâinattaki bütün güçlere her zaman hâkim olabilecek kudrete sahip olduğu da gayet açık bir husustur. O Allah'a şükredip ibadetini yaparken kendisine bahşetmiş olduğu bu nimetlere karşı da bir taraftan görevini yerine getirdiği gibi Cenab-ı Allah'ın insanlığı var edip ona ve diğer varlıklara hayat verirken gözetmiş olduğu gayeye uygun ve doğru bir adım atmış bulunuyor. Zira Cenab-ı Hak yeryüzünde hayat denen olayı yaratırken işte bu gayeyi gözetmiştir:
"Ben cinleri de insanları da sadece Bana ibadet etsinler (beni tanısınlar, yaratıcılığım ve vahdaniyetim onlarca bilinsin) diye yarattım. Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Ve bana yemek yedirmelerini de istemiyorum. (Çünkü herşeyin rızkını vermek Bana aittir)" (ez-Zâriyât, 51/56-57).
Bu ayet-i kerime geniş bir kapsam ifade ediyor. Yüce Allah ile insan arasındaki ilişkiler alanında sadece insana verilen nimetlere karşı yapılan bir şükür anlamında olan ibadet değildir. Yüce Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu bütün nimetlere karşı bir şükür ifade eden kulun yaptığı ibadetler bir tarafını veya bir yönünü yansıtırken, Cenab-ı Allah ile insan arasındaki faal ilişki ile karşılıklı nimet verme ve ibadet etme ilişkileri İslâm toplum anlayışı ve medeniyetinin prensipleri olarak değerlendirilmektedir. Bu ayet, Kur'an-ı Kerîm'deki Allah'u Teâla ile insan ve tabiat arasındaki ilişkileri düzenleyen onlarca ayetten bir tanesidir. Bununla da insan ile kâinat arasındaki ilişkilerin birbirinden asla kopup ayrılamayacağını özellikle ifade ettiğini görüyoruz.
Biz burada Allah'ın insanlar arasından seçtiği iki büyük şahsiyet olan Davud ve Süleyman aleyhisselam'a muazzam tabiat kuvvetlerinin gözle görülmeyen büyük güçlerin, zaman veya mekân engelleriyle asla kayıtlanmayan, fevkalâde büyük gaybî kuvvetlerin emirlerine verildiğini ve tüm bunların Rabbine karşı sorumlu olan insanoğlunun emri altında çalışsın diye musahhar kılındığını/emrine verildiğini görüyoruz. Bütün kuşlar, demir, rüzgâr, akıtılan bakır madeni (veya petrol) ve cin taifesi bütünüyle Hz. Süleymen'ın ve dolayısıyla bütün insanoğlunun emrine amade kılınmıştır.
Bütün bu hususlar medeniyetin sanayi, bayındırlık, muazzam mimari yapılar ve ileri seviyede yapılan ve yapılacak keşif ve ilimlere işarettir. Bütün bunlar dikkatimizi çekerek insanoğlunun giriştiği bütün faaliyetlerinde kendisine Kur'ân-ı Kerîm'de işaret edilen demir ve yakıt gibi iki önemli maddenin etkisi hatırlatılmış ve bu günde çağımızda bunların etkilerinin nasıl ortaya çıktığını bu günkü medeniyetin temel unsurlarını teşkil eden iki önemli faktör olduklarını açıklamış bulunmaktadır. Çağımızda dünyayı imar etmek isteyen sanayileşip muazzam yapılar bırakarak her türlü bilimsel alanlarda gelişip bu bilimlerini tatbik etmeye çalışan her medeniyet için vazgeçilmeyecek kadar son derece önemli iki unsur; demir ve yakıcı maddeler, yani çağımızdaki enerji ve enerjinin önemi ve gücü anlatılmaktadır.
Yine Kur'ân-ı Kerîm'de dikkatimizi çeken önemli bir husus vardır ki Cenab-ı Allah, Hz.Davud'a (aleyhisselam) sadece demiri vermemiş, bu demiri O ve dolayısıyla bütün insanlığın nasıl yumuşatıp kullanacağını öğretmiş bulunmaktadır. Şayet Cenab-ı Allah soyut bir şekilde demiri Davud'un (aleyhisselam) emrine vermiş olsaydı bu önemli ve önemli olduğu kadar da tehlikeli olan bu hammaddeyi elde tutmanın belki de hiçbir faydası olmayacaktı. Bunun dışında Hz. Süleyman (aleyhisselam) emrine verilmiş olan rüzgârın öneminin de dikkatimizden kaçmaması ve gidişi bir ay gelişi bir ay tutan mesafeyi bir göz açıp kapama müddetinde alınabilecek bir şekilde rüzgârdan istifade edilmesini bize Kur'ân'ın nasıl açıkladığını da yine unutmamamız gerekir. Fen ve coğrafya bilimleri alanlarında yapılan araştırmalar yeryüzünün imarı veya yapılanların yıkılması hususunda rüzgârın ne kadar büyük ve etkili bir rol oynadığını bütün insanlık bilmektedir. Uçakları uçuran ve bu kadar tonlarca ağırlıktan meydana gelen bu dev aletleri uçuran gücün bu aletlerin/uçakların altında oluşturulan rüzgardır.
Bu ve buna benzeyen birçok ayet, semavî dinlerin sadece mü'min bir kitleyi imanlarıyla yönlendirip onları dünyadan ve içindekilerden ayırarak inzivaya kapanıp ibadet etmeye davet ettiğini iddia eden o zavallı insanlara Cenab-ı Allah'ın bir reddiyesidir. Onun indirdiği hükümler insanlığa yol gösteren emir ve yasaklar manzumesidir. Ayrıca Kur'ân, dünyanın imar edilmesi gerektiğini anlatmaktadır. Zavallı münkirlerin ifade ettikleri gibi dünya sadece geçici ve son bulacak bir mekandan ibaret değildir. Kur'ân-ı Kerîm mutlaka yeryüzünün imar edilmesi gerektiğini açıklarken biz de Kur'ân ışığında bu meseleleri rahatlıkla değerlendirebiliyor ve ne demek istediğini anlıyoruz. Allah'a iman eden kitleye karşı olan bu münkir ve dünyaperest pozitivistler Müslümanların medenileşmenin karşısında olduklarını iftira edercesine söylemektedirler. Onlar mü'minlerin asla böyle bir hususu düşünmediklerini, düşünemeyeceklerini biliyorlar. İmanın her türlü buluş, keşif ve yeniliklere karşı bir set olduğunu iddia ve zannederler. Zan ise bilgi değildir. Ayrıca insanın dünya hayatının son derece donuk olup buradaki hayatın yalnız insan ile Rabbi arasındaki statik ilişkilerden ibaret olduğunu zannetmektedirler. Bu hayatın geliştirilip ileriye doğru götürülmesi ve bütün dinamizm hareketlerinin direksiyonunun sadece bu pozitivist akımların elinde olduğunu zannederler. İşte bu son derece yanlış, hatalarla dolu olan tasavvur ve zanları kesinlikle reddedilmiş, bunun kökünden ve temelinden yanlışlıklar üzerine bina edilmiş olduğu son derece açık ve herkesin malumu olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'deki yüzlerce ayet bu meselelere büyük ışık tuttuğu halde biz sadece bu ayetlerin birkaç tanesini bu konuyla ilgili olarak ele alıp meseleyi değerlendirmeye çalıştık. Bu yüzlerce ayetten yalnız bir-iki tanesi bile inkârcıların anlayışlarına, içine düştükleri yanlış tasavvurlarına büyük bir ret ve cevaptır.
İşte bu ret ve cevap, dini her türlü gelişmeye ve ilerlemeye karşı zanneden pozitivistlerin yüzüne bir şamar gibi indirilmektedir. Biz burada mü'min insanların ve hatta Cenab-ı Allah'tan aldığı emirleri yine kendisine öğretilen yollarla bize aktaran peygamberin Cenab-ı Allah'ın nimetlerine nasıl şükredileceğini bilen kimseler olarak şuna inandıklarını görüyoruz: Allah'ın bir yaratıcı sıfatıyla, insanoğluna muazzam bir güç, fevkalâde bir kuvvet, devasa tabiat güçlerinin keşfedilmesi kabiliyetini bahşetmiş ve rüzgârı, demiri, yakıt maddelerini (enerjiyi) ve ateşi onun emrine vermiştir. Peki, Bunlar neden Süleyman'a (aleyhisselam) ve dolayısyla bütün insanlığa verilmiştir?
İşte insanoğlu yeryüzünü imar etsin, her türlü eser ve kuruluşunu yeryüzünde gerçekleştirsin, bütün bilimsel alanlarda ileri bir adım atıp yenilikler ve buluşlar peşinde koşsun diye ona yol gösterilmiştir. Ayrıca Allah'ın yeryüzündeki halifesi sıfatıyla yüklenmiş olduğu sorumluluk, mü'min bir kalp ve Cenab-ı Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu bu muazzam nimetlerden asla uzak durmayıp, yan çizmeyen şuurlu bir varlık olarak görevini yerine getirsin ve sürekli yeryüzünde ileriye doğru adımını atıp, hayatta en zirve noktaya ulaşmaya çalışsın diye bütün bunlar insanın emrine verilmiştir. Bütün bu ilmî ilerleme, her türlü buluş ve inkişaflar gerçekleştirilirken O muazzam ve büyük yaratıcıya bir şükür nişanesi olarak yapılır ve bu bilinç korunarak insan ile Cenab-ı Allah arasında en ideal ve mükemmel ilişkilerin gerçekleştirilmesi hedefini de asla unutmaz. Bütün bunların yanısıra Kur'ân-ı Kerîm ayetleri burada duraksamayıp ve asla bunlarla sınırlandırılmayıp, önemi hiç de bu yukarıda zikrettiklerimizden daha az sayılamayacak ayrı bir hakikate parmak basmaktadır. O hakikat de insanoğlunun Allah'a karşı küfre girip isyan ve tuğyan etmemesi için dosdoğru yolda ilerleyip iman dengesini koruması önemle istenmiştir. İnsanoğlu için çizilmiş bir hayatın önemli bir dönüm noktası olarak ölümden sonra bir hesaptan geçirileceği kendisine bildirilip insanların mutlaka bunu düşünmeleri ve sürekli olarak bunu hatırlamaları gerektiği ifade edilmiştir. Yoksa yine insanoğullarından bir fert olarak bir peygamberin emrine bütün kâinattaki güçler verilmiş, yakıcı maddeler (enerji), demir ve her şey kendisine bahşedilip ateşin, cinlerin ve rüzgârın emri altına verildiği (Enbiya 21/81) bir kişi dahi olsa, ölümün mutlaka gelip ona da çatacağı ve bu ömrün sonunda tükeneceği muhakkaktır. Bu da insana verilmiş mesajdır.
Prof. Dr. Ahmet AĞIRAKÇA