Hat san'atı'nın büyük isimleri - 15
1730'lu yılların herhâlde ortalarına doğru, İstanbul'daki Anadolu Kādıaskerliği Şer'î Mahkemesi muhzırlarından (mübâşirlerinden) Kara Mahmud Ağa'nın bir oğlu dünyaya gelir. Lâkin ne geliş! Sağ tarafı doğuşdan tutmuyor, felçli... Çolaklığı da bulunan sol eliyle yazmağa, üstelik hüsn-i hat öğrenmeğe kalkışan Mehmed isimli bu genç, bir vâsıta bularak, o devrin ta'lîk üstâdlarından -daha sonra da şeyhulislâm olan- Veliyüddin Efendi'ye (1684 - 1768) müracaat eder. Birkaç hafta evvel sütunumuzda da yer alan Efendi, aksi mizâclı bir zât olmakla tanınırmış. "Sağlamlar bitti de, şimdi solaklarla, çolaklarla mı uğraşacağız?" diyerek bu illetli genci kapıdan çevirir. O da bir başka üstâda, Dedezâde Mehmed Said Efendi'ye (ö. 1759) başvurur. Hocasının verdiği meşke göre yazıp ertesi hafta götürdüğünde, Dedezâde yazıyı görünce der ki: "Oğlum, hocanın meşkıne bakılarak çalışılıp getirilir, âdet böyledir; sen ise benim yazdığımı tekrar getirmişsin!" Genç muhâtabı cesâretle: "Bunu âcizleri yazdım, efendim!" cevâbını verince, Dedezâde bir de gözünün önünde yazdırıp, bakar ki, bu solak-çolak genç, ender bulunan bir kābiliyet sâhibi... Onu dikkatle yetişdirip mezûn eder (1754); icâzet cem'iyetinin yapıldığı câmiye Veliyüddin Efendi de -âdet üzere- jüri âzâsı olarak katılır. Hat ustaları, Yesârî'nin icâzet kıt'alarına hayranlıkla bakarlarken, sıra Veliyüddin Efendi'ye erişdiğinde, iç geçirerek: "Bu şerefe biz nâil olacakken, hayfâ ki elimizle kaçırdık!" dediği nakledilir. Yine Veliyüddin Efendi'ye âid olan: "Cenâb-ı Hak, bu eğri büğrü adamı bizim burnumuzun büyüklüğünü kırmak için göndermişdir" sözünü de eklemeliyiz.
İşte o târihten îtibâren, Es'ad mahlasını ve Yesârî (solak) lakabını Mehmed ismiyle birlikde kullanan hattatımız, devâmlı gelişerek önceleri büyük Îran hattatlarının, bilhâssa İmâdü'l-Hasenî'nin (ö.1615) üslûbunda ve "İmâd-ı Rûm" (Anadolu'nun İmâd'ı) lakabıyla anılarak kıt'alar, murakkaalar, kitâbeler, levhalar yazarken, 1776'dan sonra eline gelen bir melekeyle, İmâd'ın en güzel harflerini -Hâfız Osman'ın Şeyh Hamdullah'dan seçişi gibi- kendi zevkıne göre tercîh edip, Türk ta'lîk üslûbunu başlatmış oldu. Sâdece Îran üslûbuna saplanmış bâzı kimseler, Türklerin ta'lîk hattını bozduğunu söyleyerek bu çığırı açdığı için Yesârî'yi de kabahatli bulurlar. Oysa, Türk ta'lîk üslûbunda kullanılan harflerin her biri teker teker İmâd murakkaalarında aranırsa bulunabilir. Şu var ki, Îran hattında aynı harfin biraz ötede elden farklı olarak çıkdığı görülebilirken, Türk hattında, dâimâ seçilip beğenilen aynı tavırla yazılmağa dikkat edilmişdir. Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Bu yazıya Îran'da nesta'lîk, biz de ise asırlardır ta'lîk denilmişdir. Zamânımızda buna Îranlılar gibi nesta'lîk diyen Türk vatandaşlarının türediğini görmek, bizleri üzmekdedir.
Yeni üslûbu tam yerleşmiş olarak, Yesârî Es'ad Efendi 1781'den îtibâren şâhâne örnekler vermeğe başladı. Ancak, 1790'dan sonra, celî ta'lîkde küplü, çanaklı harfleri büyükçe yaparak, bâzı kitâbelerinde, görünüşe mübâlağa getirmişdir (meselâ: Eyübdeki Mihrişâh Vâlide Sultan İmâreti'nin yazıları). Bu sebeble, onun son yılları, yeniden üslûb araştırmalarıyla geçmişdir, denilse yeridir. Bizce Türk üslûbundaki en parlak, erişilmez devresi 1781-1786 arasındadır.
Yesârî pek çok kimseye yazı öğretmişdir, ne kadar çok meşk yazdığını şuradan anlamalı ki, ta'lîk kâğıdı îmâlatçısı meşhur Kadri usta, meşk günleri onun kapısında oturup gelenlere meşk kâğıdı satmakla geçimini temîn edermiş... Aynı günlerde is mürekkebi, kamış kalem ve kalemtıraş satanların da bu evin kapısına geldikleri anlatılmakdadır. Daha ziyâde medrese talebesi için yazdığı ve softa (suhte) meşkı adıyla tanınan ta'lîk meşklerine bakıldığında, Hazret'in kaleminin sür'ati derhâl anlaşılır.
Yesârî Es'ad Efendi, oğlu Mustafa İzzet Efendi'yi (ö.1849) de ta'lîk hattında mükemmel sûretde yetişdirmişdir. Oğlundan başka, Mîr Mehmed Emin (1758-1809) ve Arabzâde Mehmed Sadullah (1767-1843), Mehmed Şehâbeddin, Seyyid Yahya İhyâ (ö.1813) efendiler de, onun ilk hâtırlanacak öğrencileridir.
Son zamanlarını hastalıklarla geçiren Yesârî, 12 Receb 1213'de (20 Aralık 1798) vefât ederek, Fâtih'in Gelenbevi semtindeki Tûtî Abdüllatîf Medresesi'nin hazîresine gömüldüyse de, 51 yıl sonra yanına defnedilen oğlu Mustafa İzzet Efendi'ninkiyle beraber, kabirleri tahmînen 1925 yılında, yeniden onarılıp genişletilen yolun altında kalmış ve kaybolmuş, mezar kitâbeleriyse Fâtih Câmii hazîresine götürülmüşdür. Ufak tefek bir zât olduğu, illeti yüzünden odadan odaya sepet içinde taşındığı rivâyetini, Üstâd Necmeddin Okyay (1883-1976), kemiklerinin kalıntısından görüp anlamak için, kabirlerin yeniden toprakla örtülmesinde bulunmak üzere Fâtih'e gittiyse de geç kalıp yetişemediğini hayıflanarak anlatırdı.
Yesârî, icâzet aldığı sırada Osmanlı tahtına geçen ve târihde silik bir isim bırakan Sultan III. Osman (saltanat yılları:1754-1757), onun nâmını ve kābiliyetini duymuş olmalı ki huzûruna dâvet etmiş. Hünkârın emriyle karşısına oturup sol dizini dikerek yazı altlığı üzerinde sol eliyle bir kaç satır ta'lîk hattı yazan Yesârîcik, Pâdişahın iltifâtıyla karşılaşmış ammâ, sâdece 40 kuruş ihsâna nâil olabildiğini, Tuhfe adlı hat kaynağımız "bahtsızlığına" işâretle belirtiyor. Lâkin Sultan III. Mustafa (saltanat yılları:1757-1774) kendisini Sarây-ı Hümâyûn'a hat muallimi olarak tâyîn etmiş; Sultan I. Abdülhamîd (saltanat yılları:1774-1789) ve Sultan III. Selim (saltanat yılları:1789-1807) devirlerinde kendilerinin ve devlet adamlarının yaptırdıkları mimârî eserlerdeki celî ta'lîk kitâbeler, tercîhan Yesârî Es'ad Efendi'ye yazdırılmışdır. Hele o hassas ruhlu Sultan Selim'in, san'atkârımıza karşı şu muâmelesi anlatılmağa değer: Yesârî, özürlü bedenine rağmen oğlu Mustafa İzzet Efendi'yle birlikde 1792 yılında Hacc'a niyetlendiğinde, bunu duyan Pâdişah 1 Receb (24 Şubat) günü onları Topkapı Sarayı'nda kabûl ederek iltifatda bulundukdan sonra, Aynalıkavak Kasrı için Şeyh Gâlib'e (1757-1799) âid bir kasîdeyi yazmasını, Hacc'a gidişi dolayısıyle vakit darlığından yazmayacaksa, başkasının yazısını da istemediğini söyleyip ilâve eder: "Lâkin hâtırım için, ne kadar da zahmet ise katlanın!" ve 12500 kuruş da yolluk ihsânında bulunur. Bu hünkârî zarâfete, ta'lîk hattının hünkârı da Aynalıkavak'a, seyahati öncesi yazdığı kitâbe ve kuşak hatları ile karşılık vermişdir. Üzülerek belirtelim ki, kasrın dâhilindeki bu kuşak yazıları, mermere hâkkolunmak yerine, sıva üstü nakış şeklinde işlendiği için, sonraki tâmirlerde san'at değerini tamâmen kaybedecek hâle getirilmişdir.
Yesârî'nin müze, kütübhâne ve husûsî koleksiyonlarda kıt'a, murakkaa ve levha olarak sayısız eserleri mevcûddur (Resim 1 ve 2). Yazdığı tek bir hilyesi görülmüşdür (Resim 3). Taşa mahkûk celî ta'lîk kitâbelerinden zamânımıza intikāl etmiş bulunan bâzıları şunlardır: Reisülküttâb Recâi Efendi mekteb ve sebîli, Vefâ, 1189/1775; Hamîd-i Evvel Câmii, 1192/1778, Beylerbeyi; Hamîd-i Evvel medresesi, Bahçekapı, 1194/1780 (imzâsız); Hacı Selimağa Kütübhânesi, Üsküdar, 1196/1782 (Resim 4); Emirgân câmii ve çeşmesi, 1197/1783; Fâtih türbesi kapıiçi kitâbesi, 1199/1785; Aynalıkavak Kasrı kitâbesi ve dâhilindeki kuşak, 1206/1792; Mihrişâh Vâlide Sultan İmâreti, Eyüb, 1209/1794; Topkapı Sarayı dâhilinde Kubbealtı ve Harem'de kitâbeler; muhtelif nişan taşları (Beşiktaş-Ihlamur, Teşvikıye Câmii avlusu, Sarayburnu-Gülhâne sâhası)...
Resim 1: Yesârî'nin mâil ta'lîk kıt'ası.
Resim 2: Yesârî'nin celî ta'lîk levhası.
Resim 3: Yesârî'nin ta'lîk hattıyla yazdığı, görülen tek hilyesi.
Resim 4: Yesârî'nin celî ta'lîk ile yazdığı Üsküdar Selimağa Kütübhânesi kitâbesi.
Haftaya da -inşâallah- Yesârî'nin en büyük eseri olan oğlu Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi'yi tanıtacağız.