Türkiye'yi yeni bir döneme taşıyan seçim sonuçlarını değerlendirmekle meşgul iken bir süre Batı medyasında neler çıktığını ihmal etmiştim.
Birkaç saatlik yoğun bir okumadan sonra gördüm ki pek de bir şey kaybetmemişim. Bir türlü bitiremedikleri "sultan Erdoğan" söylemlerine yenilerini eklemişler. "Seçilmiş diktatörlük,""Hiper başkan," "Erdoğan devleti" ve "milliyetçi İslamcılık" gibi yakıştırmalar aklımda kalanlardan bazıları. Batı başkentlerinin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçim zaferinden, tebrik etseler de, memnun olmadığı aşikâr. Kampanya sırasında "hadi bu sefer Erdoğan'dan kurtuluyoruz" havası estiren Batı medyasının üzüntüsünden bu rahatlıkla anlaşılıyor.
Sözgelimi Avrupa medyası karmaşık duygularla dolu. Bir yandan, ne yapsalar Erdoğan'ın Türkiye'yi yönetmesini engelleyemedikleri için hayıflanıyorlar. Muhalefete "demokrasi mücadelesine devam" tavsiyesinde bulunuyorlar. "Ekonomi" kartını bit tehdit olarak sallıyorlar. Diğer yandan ise göç konusu başta olmak üzere önümüzdeki beş yıl yönetimde olan Erdoğan ile çalışmaları gerektiğinin farkındalar. Erdoğan'ın beş yıllık siyasi istikrarı NATO ve AB ile ilişkilerde müzakere etmede kullanabileceğini hissediyorlar. Velhasıl, Avrupa için işin daha da zorlaştığında birleşiyorlar.
The Economist'in dünkü nüshasındaki bir yorum Avrupa medyasının Türkiye'nin nereye gittiği yönündeki genel yaklaşımını özetliyor: "24 Haziran, İslamcı milliyetçilik ve Osmanlı nostaljisinin karışımından oluşan ve Erdoğan'ın tanımlamasıyla Yeni Türkiye'nin ilk, büyük ihtimalle Kemal Atatürk tarafından kurulan eski cumhuriyetin son günü oldu. 'Yeni Türkiye', daha İslamcı, milliyetçi ve otoriter olacak."
Türkiye'nin "önümüzdeki beş yılda nasıl olacağı" sorusuna verilen bu çarpık cevap aslında "geçtiğimiz beş yılda neler yaşandığını" anlamayı reddetmekten kaynaklanıyor. Ülkemizin 2013'ten itibaren yaşadığı iç-dış türbülansı Almanya ya da Fransa'nın tecrübe etmesi durumunda neler olacağını bir hayal etseler, ne dediğimiz anlaşılırdı.
Sadece üç terör örgütüyle mücadeleyi ve bir darbe girişimini önlerine koysak yeterli. Kaldı ki Türkiye bu türbülansı aşma çabasını hep sandığa giderek yürütmeyi tercih etti. Çalkantılı son beş yılda iki cumhurbaşkanlığı (2014, 2018), bir yerel (2014), üç genel seçim (7 Haziran 2015, 1 Kasım 2015, 2018) ve bir referandum (2017) gerçekleştirdik. Bu yüzden seçmen, Erdoğan'ın mücadelesini "otoriterleşme" değil, "demokrasinin direnci" olarak gördüğünü bu seçimlerde yine gösterdi. Ve yeni sistemi kurumsallaştırarak ülkeyi yönetme görevini Erdoğan'a tevdi etti.
Batılıların bu yerli-milli direnci "milliyetçi-İslamcı" ve "Batı karşıtı" olarak nitelemeleri de gerçekliği yansıtmıyor. Hele hele, mülteci korkusu sonucu Doğu ve Batı Avrupa'da esen popülist milliyetçi dalga ile Türkiye'nin milli direncini aynı kefeye koymak haksızlık. İki örnek vereyim... İlki, sınırlarındaki iki iç savaş ve terör örgütleri ile uğraşan Türkiye, Avrupa'nın aksine, mültecilere kucak açmayı insanlık bildi. Yabancı düşmanlığına bağlı milliyetçiliğin üremesine izin vermedi. Bizdeki milli duyguların güçlenmesi "saldırı altında olma ve direnme bilinci" ile irtibatlı.
Diğer bir örnek de, ayrılıkçı PKK terörü ile arasına mesafe koyamayan HDP'nin Meclis'te güçlü bir şekilde temsiline imkân sağlayan bir demokrasinin varlığı. Hiçbir terörün olmadığı İspanya'da Katalonya'nın başına gelenleri hatırlamak yeterli. Geçtiğimiz beş yılın bir sonucu da Batı ile ilişkilerin yeniden tanımlanması gerektiği. İlişkilerdeki gerginlikten dolayı Erdoğan'ı suçlamak bu zorunluluğu ortadan kaldırmıyor. Hatta, Türkiye kamuoyunda Ankara'nın Batı ittifakı içindeki konumunu yeniden tanımlama mücadelesi, gittikçe daha da güçlü şekilde, demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak algılanıyor.
Batı başkentlerinin önümüzdeki beş yıl Türkiye ile olumlu ilişkiler geliştirmek için geçmiş beş yılın muhasebesini yeniden yapmalarında fayda var.