'İslam' ve 'Müslümanlık' diye başlayan konuşmalar, üzerinde hiç düşünülmemiş sathi ayrımın örneği olarak gelir bana. Dini dindarlara karşı korumak güdüsüyle ortaya atılan bu ayrımın çağımızda sıkça başvurulan dini savunma üsluplarından birisi haline gelmesi başlı başına bir trajedidir. Bu ayrımda din Alman filozofu Kant'ın 'numen'i gibi belirsiz bir alana yüceltilerek korunur: din bir 'numen' sayılır, fakat Müslümanlık onunla irtibatlı veya onu anlama yolculuğunda başlama noktası sayacağımız bir 'fenomen' değildir. Bu meyanda eleştirilecek veya kınanacak olan, insan ve onun yaşadığı Müslümanlıktır. 'İnsan bozar, yanlış anlar, gereğini yerine getirmez, ulvi işleri süfli emellerine alet eder' gibi gizli iddialar bu ayrımın gerekçelerini teşkil eder; velhasıl bir insan karşıtlığından beslenir bu ayrım. Bununla birlikte insanlardan bağımsız İslam nerededir sorusunun cevabı bilinmez. İbn Sina'nın Platon'un 'ideaları' için sorduğu 'idealar nerededir?' sorusunu hatırlasak ve 'bu 'ideal İslam nerededir?' desek, cevabını bulamayacağımız soru sormuş oluruz. Bu soruya belki 'Kur'an-ı Kerim'dedir' diye bir cevap verilebilir; fakat o zaman kitabî İslam'ın bilgisine sahip birisinin bulunması gerekir: Söz konusu kişi veya kişiler İslam bilgilerine itimat ediyordur ve delili bizzat kendisidir. Bu ayrımın sakladığı en büyük kibir de budur: 'gerçeğini ben biliyorum kibri.'
Müslümanların başarısızlık devirlerinde böyle ayrımlar öne çıkarak başarısızlığı Müslümanlara yükleyip İslam ile zafer arasındaki illiyet bağı korunmak istendi. İslam'ı yaşamak mutlak başarı iktiza ederken dünyadaki başarısızlık sadece hali hazırda bir mahrumiyeti değil, aynı zamanda -kötü bir kul olmak anlamına geleceği için- ahireti yitirmeye de yol açar: başarısız olanlar hem dünyada hem ahirette hüsrandadır! Kişisel olarak dinin gelenek ve kültür ile özdeşleştirilmesi bir yana aralarında bireysel ve toplumsal hayatı yönlendirmede bir iktidar çatışması bulunduğunu düşünürüm. Bu nedenle dinin Müslümanların tarihi ve gelenekleriyle bir tutulması doğru değildir: ne dinimiz tarihimizdir ne tarihimiz şeriatımızdır! Ancak İslam'ı Müslüman tarihinden, kültüründen, kısaca insandan kopardığımızda onun nerede olduğunu kestiremeyiz. Böyle bir durumda ise sahici düşünceden uzaklaşarak verimsiz tartışmalara düşmüş oluruz. Mehmet Akif kendisinin de birçok kere düştüğü bu yüzeyselliğin sorununa işaret edecek şekilde 'Bilmem amma galiba hakiki İslam göklerdedir' der. Bu bakış açısının varacağı yer bundan başka olamazdı. Günümüzde bazı yazarlar işi daha abartarak 'İslam yeryüzüne hiç inmedi' veya 'Kur'an-ı Kerim hiç anlaşılmadı' gibi garip iddialar ortaya atıyorlar ki bunlara değinmeye hiç gerek yok.
BİR İDEA OLARAK DİN: TİKELDE GERÇEKLEŞMEYEN TÜMEL YOKTUR
'İslam' veya hakiki İslam derken ne anlamalıyız? Sorunun cevabını vermek güçtür. Bunun için İslam'ı kimin temsil edebileceğini veya onu görünür hale getireceğini bilmek gerekir. 'Hakiki İslam Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerdedir' desek bir cevap vermiş olmayız. Çünkü bu durumda kaynaklardaki İslam ya biliniyordur veya bilinmiyordur; bilinmiyorsa 'Kur'an'daki hakiki İslam' demenin bir anlamı yoktur. Kaynaklardaki İslam birisi tarafından biliniyorsa, o zaman o bilene giderek sormalıyız: Gerçek İslam nedir? O da bize kaynaktaki İslam'ı ve bunu nasıl öğrendiğini anlatacaktır. Bu durumda İslam iki yerde birden bulunacaktır: Kuran'da ve bize onun bilgisini verende! Günümüzde ciddi sorunlardan birisi İslam'ı bilmek ile yaşamak arasında bir uçurum olduğuna inanılmasıdır. Klasik felsefe bilgi ile eylem arasında böyle bir ayrımı asla kabul etmezdi. Gerçekte bir şey biliniyorsa, bilgi aynı zamanda yaşanıyor demektir. Bu konuda Platoncu bilgi teorisini tamamen benimseyerek bilgi-eylem özdeşliğini esas almak gerekmeyebilir; ancak birisi İslam'ın ne olmadığını biliyorsa, mahiyeti hakkında da fikri vardır demektir. O zaman şunu sormalıyız: Bize İslam'ın Müslüman cemiyette yaşanmadığını veya Kuran'ın yanlış anlaşıldığını söyleyen neye dayanıyor?
İslam'ın ikinci büyük mezhebi olan Şia'dan hareketle 'hakiki İslam'ı' nerede bulabileceğimize veya onu kimin temsil ettiğine cevap verebiliriz: Dini imam temsil eder ve gerçek İslam hakkındaki bize yeterli bilgiyi sadece o verir. Bu yaklaşım gerçekliği bir yana görece 'ikna edicidir'; daha doğrusu bu yaklaşım böyle bir meselede insanların aradığı cevabı bulmaya elverişlidir. Şia bu tavrıyla 'gerçek Hristiyanlık Kilise' de yaşar' diyebilecek Hristiyanlığı andırır. Her ikisinde din yeryüzüne inmiştir ve az çok temsil imkânı bulmuştur.
Ehl-i sünnet ile İslam'da 'akılcı' geleneği temsil eden Mutezile ise bu yaklaşımı reddetti. Onlar da dini yeryüzüne 'inmiş' ve anlaşılmış saymıştır. Bu itibarla İslam geleneklerinde dinin 'gökyüzünde' kaldığına ve kitabın hiç anlaşılmadığına inananlar yok gibidir; çağımızdakiler hariç! İslam'ın bütün gelenekleri dinin yeryüzüne anlaşıldığı fikrini kabul ederek katı bir idealizmi terk edip realizme yaklaştılar: tümel tikelde tahakkuk etmiştir! Ehl-i sünnet dini metnin anlaşılırlığı üzerine kuruludur; bunun için seçilmiş imama veya özel kabiliyete gerek yoktur. Metin anlaşılırdır ve din bilinmiştir. Ehl-i sünnet bilgi ile eylem arasında zorunlu bağ kurmaz, bu nedenle bilinen ile yaşanan arasında özdeşlik arayamayız orada. Lakin yine de Müslümanların aleyhinde büsbütün karamsar bir teorinin çıkabileceğini de düşünemeyiz. Ehli- sünnet içinde gelişen tasavvuf hareketleri ise metni bilen ve bildiği hakikate göre yaşayan özel bir 'cemaat' fikrini benimser. Din böyle bir cemaat içinde yaşanmakla bilinir-gözlenir haline gelir. Bu sayede onlar yaşanmamış ve bilinmeyen din fikrini reddederek Müslümanlık ile İslam arasındaki irtibatı güçlendirirler. İslam bir ideal olsa bile, ancak Müslümanlarda bilinir ve görünür hale gelebilir. Yaşayanlarda İslam'ın izlerini takip etmek yerine salt bir ideal olarak İslam'dan söz etmek, insanlara haksızlık etmekten başka bir anlam taşımaz. Müslümanların hayatında İslam'ın daha görünür olmasına gayret ederken ikisini büsbütün birbirinden kopmuş saymak aymazlığını sergilememek gerekir.