Bir önceki yazıda dini hayatın muhtelif bahislerini ele alırken başvurulan benzetmelerin yol açtığı sorunlara dikkat çekmiş, böyle benzetmelerin bir 'anlama hissi' oluştursa bile yanlış anlamaya yol açma ihtimalinin daha muhtemel olduğuna işaret etmiştim. Bu meyanda revaçtaki tabirlerden birisi 'merdiven altı din eğitimi' tabiridir. Ülkemizde din eğitimiyle ilgili sorunlar ele alınırken kayıt dışı ve kontrolsüz 'gıda üretimi' ile ilgili hafızamızı tahrik etmek üzere 'ehliyetsiz' ve salahiyetsiz kurum ve kişileri tezyif için kullanılan tabir meramı anlatmak bakımından iyi seçilmiş bir tabir olsa bile, meseleyi yanlış anlamaya çok açık benzetme sayılabilir. Dini bilgide 'ehliyet' ve salahiyet meselesi gıda meselesine hiç mi hiç benzemez.
Müslüman cemiyette insan dine dair ilk bilgilerini ailede ve yakın çevresinde alır. Bunların bir kısmı bilinçli öğrenme tarzındayken bir kısmı Müslüman cemiyetin içinde yaşayarak içselleştirme tarzında alınan bilgilerdir. Bu bilginin yeterli sayılıp sayılamayacağı ayrı bir meseledir. Fakat Müslüman cemiyette insanların dinlerini gelenek ve göreneklerin parçası gibi tanıması normaldir: 'dinine, örfüne, geleneklerine bağlı' tabiri din ile gelenek arasındaki bu tabii ilişkiye atıf yapar. Ebeveyn veya aile büyükleri sadece bilgiyi aktarmakla kalmaz, dindar kişilikleriyle de nesilden nesle dini aktarırlar. Buna bazı kültürel unsurları da eklemek gerekir. Başta dil olmak üzere, dinin görünür hale geldiği hayatın çeşitli alanları insanların bilinçli veya bilinçsizce dini tanıma imkânı bulduğu alanlardır. İlahiyat mesleği dinin kültürel kısımlarını önemsemez, hatta bazen 'bidat' sayarak dini bunlardan arındırmak ister. Fakat meseleye din sosyolojisi cihetiyle bakınca, Müslümanlığın tarih boyunca hayatiyetini bu şekilde koruyabildiğini unutmamak gerekir.
Daha sonra camilerde ve okul döneminde dini bilgiler öğrenilir. Türkiye'de 12 Eylül Anayasası ile birlikte din dersleri zorunlu hale geldi. Din eğitiminin zorunlu olmasına yerli yersiz eleştiriler yöneltilmiş olsa bile dönemin en doğru işlerinden birisinin bu olduğunu söylemek gerekir. Normal şartlarda bu süreçlerde dinin temel konularının öğrenilmiş olması gerekir. Ortalama bir Müslümanın din bilgisi imanın temel şartları ile İslam'ın şartları ve bu ikisinin tezahürü olmak üzere ahlaki ilkelerden ibarettir. Başka bir ifadeyle imanın gereklerini, İslâm'ın ibadetlerden oluşan şartlarını ve doğruluk, merhamet, cömertlik, adalet gibi ahlaki erdemleri öğrenen bir insan için Müslümanlık bilgisi tekemmül etmiş demektir. Bundan sonra öğrenilen bilgilerin delilleriyle birlikte öğrenilmesi -İmam Hatipler bunun için vardır- veya genel bilgilerin alt kısımlarının öğrenilmesi gelir. Bunları öğrenmek ise tercihe kalmıştır.
Fakat sorun tam da burada ortaya çıkıyor: Türkiye'de dini bilgilerde bir açık-uçluluk meselesi var. Günümüzde yaşanan sorunların bir kısmı dini bilgilerdeki açık-uçluluk bahsiyle ilgilidir. Kim neyi ne kadar öğrenecek? Herkes Kur'an-ı Kerim'i ve hadisleri öğrenmekle yükümlü müdür? İnsanlar dini sürekli bir bilgilenme ve öğrenme işi görerek yeni konular, yeni bilgiler peşinde koşuyor, en azından öyle görünüyorlar, merak ise merakı doğuruyor. Neticede ise yeni bilgi öğrenmekten daha çok mevcut bilgilere itimat kaybolarak bocalama yaşanıyor. İnsanlar yapmaları gerekenin yeni bilgiler peşinde koşmak değil, öğrendikleri iman-İslâm ve ahlâk ilkelerini uygulamak olduğunu unutarak gereksiz arayışa giriyorlar.
Cemaatler, tarikatlar veya dini grupları konuşacağımız yer de burasıdır. Bu kurumlar insanlardaki tatminsizliğin ve sürekli arayışın cevabı olarak ortaya çıkıyor. Bununla birlikte böyle kurumlar insanlara daha çok bilgi vermek yerine, başka bir şey verirler; dini duygu! Cemaatlerde veya tekkelere giden insanlarda dini bilgi artmaz; fakat duyguyla birlikte bilgilerinin tarzı değişir ve dinamik bir mahiyet kazanarak insanı heyecanlara sürükler. Buna ilave olarak din üzerinden tesis edilen yeni arkadaşlıklar, dostluklar, hatta iş imkânları veya başka nedenler göz ardı edilerek tarikatlar ve cemaatlerdeki cazibe izah edilemez. Hepsindeki ortak nokta 'duygu' merkezli dini hayatın bilginin önüne geçmiş olmasıdır. Bir şeyhte veya dini önderde insanların bulduğu şey, ailede ve çevresinde bulamadığı şeydir: dini duygu! İnsanlar o duyguyu nerede bulurlarsa, onlar için dini bilginin öğrenildiği yer orasıdır. Artık orada insan merdivenin altına veya üstüne bakmaz; onun için dini bilgide meşru ve sahih yer belli olmuştur. Binlerce insanın tarikat veya cemaate 'hakikat talebi' maksadıyla gittiğine inanmak için insanı hiç tanımamış olmak lazımdır. İnsanlar aidiyet peşinde koşar, güven arar ve dini gruplar da tam bu arananı verir. Nakşibendi şeyhlerinden birisi şöyle demiştir: 'Biz insanlara hakikatleri anlattığımız için onlar yanımızda durmuyor. Onların haklarını zalim hükümdarlara karşı savunduğumuz için bizim yanımızdadırlar.'
Türkiye'de Diyanet'in ve başka resmi kurumların başarısız olduğu yer burasıdır: Bir cemaat veya dini grubun insana sunduğu aidiyet hissi öyle etkilidir ki insan onu ne ailede ne çevresinde ne İlahiyat Fakültelerinin öğreteceği 'kuru' bilgide ne Diyanet görevlilerinin kürsüden yaptığı konuşmada bulabilir. Daha dikkate değer olan husus ise şudur: Söz konusu kurumlar ve yapılardaki bilgi de sıradan bir bilgi olmaktan çıkarak 'aidiyet hissi' veren bilgi haline gelir. Böyle yerlerdeki konuşmacıların cazibesi ise bilgiyi insanlara 'aidiyet hissi' ve 'dini duygu' verecek bir kalıpta sunabilmesinden geçer.