Sosyal değişmeleri gözleyerek toplum davranışları hakkında tespitler yapmak ve öngörülerde bulunmak çağdaş toplumların sosyal bilimlere yönelmesinin temel nedenidir. Kadim literatürde 'alet bilimleri' denilen alan modern dünyada sosyal bilimler ve yöntemlerinde karşılığını bularak bilimleri olabildiğince cazip ve 'işlevsel' kıldı. Bununla birlikte sosyal bilimlerin girebileceği alanlar kadar başarısız kalacakları alanlar da vardır. Bir toplumda üretim-tüketim alışkanlıkları veya kültürel değişmeler ve sorunlar üzerinde araştırmalar yapmak mümkündür. Fakat bireyin veya toplumun inançları üzerinde araştırma yapmak işin başında yanıltıcı neticelere ulaşma ihtimaliyle malul iddialı bir çabadır. Son günlerde yükselen bir ivmeyle deizm meselesi konuşuldu Türkiye'de: 'Dindarlar arasında deizm yayılıyor' diye başlayan yazılar ve konuşmalar genişçe yer buldu medya organlarında.
Doğrusu bir alan araştırması neticesinde böyle bir kanaate varıldığını düşünsek bile, böyle bir tespite inanmamız için hiçbir neden yok! Tam aksine böyle bir tespite iki açıdan kuşkuyla bakabiliriz: Birincisi 'dindarlar' derken tam olarak kimden söz ediyoruz belli midir? Dindarlar homojen, sınırları belli sosyolojik bir sınıf mıdır? Konuyla ilgili konuşanlara bakınca, dindarlar, dini eğitim veren okullarda okumuş, dindarlığın tezahürü davranışlara sahip kimselerdir. Böyle olsa bile, bir insan İmam Hatip'te, İlahiyat fakültesinde veya Kur'an-ı Kerim Kursunda okudu hatta bir tekkeye veya cemaate müntesip oldu diye, dindarlar arasında mütalaa edilmeyi teminat altına mı alır? Bir kadın başını örttü veya bir erkek dinin şekil şartlarına riayet etti diye onu hayat boyu dindarlar arasında mı düşüneceğiz? İslam Yahudiliğe ve kısmen de Hristiyanlığa nispetle, 'sosyal sınıf' olarak tasavvur edilemeyecek bir dindir. İslam insandaki menfi ve müspet inanç ve ahlak değişimini ilkece kabul eder: insan dindarlar arasında bulunurken inancını yitirebileceği gibi tam zıddı bir durumdayken hidayete erebilir. İslam'ın bu dinamik veçhesini unutarak dine 'sosyolojik bir kimlik' ve 'sınıf' muamelesi yapmak hakikatle bağdaşmıyor. Her Müslüman inancını her an yitirebilir, inandıklarıyla çelişen bir hayat yaşayabilir. Bunlar İslam düşünce geleneklerinde bilgi ve eylem (iman-amel) tartışmalarında tartışılmış teolojik konulardır.
İkinci mesele ise 'yayılmaya başladı' ifadesindeki garipliktir: yayılma yeni bir durumdur ve deizmin yayılmasından söz edebilmek için öncesi hakkında açık bir fikrimiz olmalıdır. Acaba yayılmadan önceki durum nasıldı? Marx'ın klasikleşen bir felsefe eleştirisi vardır: 'Filozoflar dünyayı anlamak istediler, yapmaları gereken ise dünyayı değiştirmekti.' Bu, gerçekten de etkileyici bir cümledir. Lakin cümledeki mantık boşluğunu M. Heidegger fark ederek eleştiriyi çıkmaza sürükledi: 'Dünyayı değiştirebilmek için önce dünyanın ne olduğunu bildiğimizi kabul etmemiz gerekir.' Yapılan konuşmalar bu eleştiriyi hatırlatıyor: Bir tarihten itibaren 'deizm yayıldı' dediğimizde öncesi hakkında açık fikrimiz olduğunu iddia etmiş oluyoruz. Kimin elinde öyle bir ölçüm var ki? İnsanların daha önce neye inandığını neye inanmadığını kim bilebilir? Böyle bir ölçüye sahip olmadığımıza göre eleştiriyi dile getirenlerle ilgili iki ihtimalden söz etmek mümkün: Birincisi mevcut siyasal durum ile 'dini hayattaki yozlaşma' arasında illiyet bağı kurarak siyaset eleştirisi yapmak istiyor olabilirler. İkincisi ihtimal ise nostaljik bir takıntıyla hatıralarındaki dönemleri 'deizm' belasından uzak asude dindarlık devri olarak görüyor olabilirler. Hangisi olursa olsun, her iki iddia sahibi de sorunu ciddiye almamış, belki hiç anlamamış demektir.
HOCAYA KIZARAK ORUÇ BOZMAK: DİNDARLAR İNANÇSIZLIĞIN MAZERETİ OLABİLİR Mİ?
İnsanlar dinden niçin soğuduklarını veya inançsızlığı nasıl tercih ettiklerini anlatırken ilk dini tecrübelerindeki tatsız hadiselere sıkça atıf yaparlar: cami imamının kötü muamelesinden veya din dersi öğretmeninden veya aile içinde dini baskılardan söz edilir. Bunların arasında bir de dini 'temsil (!) makamındaki insanların davranışları akla gelir. Doğrusu camide bir hoca tokat attı veya dini temsil eden birisi dini kötü temsil etti diye bir insanın inancının yitirebileceğine inanmak, insan ve inanç sorununu hiç anlamamak demektir.
Kanaatimce sorun üzerinde daha serinkanlı bir perspektif geliştirmemiz lazım: Ateizm ve deizm sadece dindarlar için değil, tüm insanlık için ciddi bir tehlikedir. Deizm yayılıyorsa –ki günümüzde deizm klasik anlamını yitirerek ateizme eklenmiştir- bunun iki büyük sebebi akla gelebilir: Birincisi insanın kendisinden kaynaklanan amillerdir. İnsan özünde dindar, dinin her buyruğuna koşan itaatkar bir varlık değildir. İnsan kuşkucu ve baş kaldıran bir varlıktır; iman etmek kuşkuları ortadan kaldırmadığı gibi 'baş kaldıran' insan tabiatı da değişmiyor. Toplumsal veya dini hayat geleneği insanın kuşkularını baskılayabilir ve bu kuşkular artık dile gelmezler; lakin orada bir yerde sabit olarak dururlar ve mutlaka kendilerini gösterirler! İslam bu durumu vakıa olarak kabul eder. Bir mümin 'iman' ettiğinde onun imanı 'taklidi iman' adını alır: ortada kuşkular, boşluklar varlığını sürdürmektedir. İnanmış olmakla temel insani duruş ve davranışımız değişmiyor, korkularımız, beklentilerimiz, umutlarımız müşterek. Bazı temel kavramların ve kullandığımız dilin dışında insanlar arasında büyük ayrımlar ortaya çıkmıyor. İman eden bir insanın bütün kuşkularını ve inanç sorunlarını yeneceğini düşünmek insan gerçeğini anlamamak olduğu kadar bir insan deist -hatta ateist- oldu diye Tanrı ile ilişkisinin bütünüyle kopardığını düşünmek de insan gerçeğini anlamamak demektir.
İkinci mesele ise yaşadığımız çağın bir parçası olmamızdan kaynaklanan durumu hesaba katma zorunluluğudur. Bugün dünyada ateizm sıradan bir olgu haline gelerek felsefe, bilim, düşünce ve sanat hayatının odağına yerleşti. Stephen Hawking 'Evreni açıklamak için bir tanrıya muhtaç değiliz' dediğinde binlerce insan inancını yitiriyordu dünyada. Fakat aynı bilim adamları zihinsel bir kavram veya eski bir alışkanlık veya umut şeklinde –ama asla hakiki değil- bir tanrıdan söz edince, insanlar umutlanıyor, onların da Tanrı inancına sahip olduklarını düşünüyor. Modern edebiyat, sanat mevcut durumu geniş kitlelere ulaştırmak işlevini gördü. Hepimiz aynı eserleri okuyor, aynı okullarda eğitim görüyor, aynı kaynaklardan besleniyoruz. Modern dünya dine masallar, mitolojiler ve büyü alanında yer buldu. Neticesinde ise din ile modern dünya arasında 'bölünmüş zihinler' zaman ve zemin bilincini yitirerek 'araf'ta yaşamaya başladı: ne dine tam dönebildiler ne modern dünyaya! Dinin bir 'halk inancı' veya ruhunu yitirmiş geleneğe dönüşmesinin önüne geçerek hakikate ulaştıran bir yol olma vasfını koruyabilmesi için önümüzde yegane yol var: Yaşadığımız dünyanın mevcut durumu ve sorunlarıyla dinin hakikat yorumu arasında bir irtibat yolu bulabilirsek zihin bütünlüğümüzü (ferdiyet) kurabiliriz belki. 'Dini düşüncenin yenilenmesi' derken anlamamız gereken bu olmalıdır: Varlık algımızı, Tanrı ve insan telakkimizi ve değer anlayışımızı yeniden yorumlayarak yeni bir metafiziğe doğru yol almalıyız. Bunun için de Feridüddin Attar'ın dediği gibi 'Simurg'a yolculuk için' zihinsel konforu terk etmek ahlaki görevdir.