Nasreddin Hoca'nın 'ye kürküm ye' diye biten fıkrası bütün fıkraları arasında özel bir yerde durur: Fıkra Yunus Emre ile Hacı Bektaş karşılaşmasını anlatan menkıbedeki buğday ve himmet çelişkisi gibi temel insanî çelişkilerimizi en yalın dille anlatır. Onlarca kez dinlediğimiz fıkranın hala güldürebilmesinin sebebi de budur.
Nasreddin Hoca'nın fıkrasını çok yüzeysel okumuş, hatta hiç anlamamış olabiliriz: Mesnevi'deki hikayeyi okuyunca aklıma ilk gelen düşünce bu oldu. Fıkra insanın bedenine giydiği kürk ile ilgiliydi. Bir de içinde yaratıldığımız kürk var, belki esas sorunumuz onunla ilgilidir. Mevlana meseleyi bu noktaya taşıyarak insanın asıl meselesine dikkatimizi çekiyor: Padişah bir kadına aşık olur, lakin kadın başka birini seviyor; en azından hikayenin başında öyle zannediyoruz. Padişaha akıl veren mürşidin yönlendirmesiyle adam uzaklardan getirtilir, kadın onunla birlikte olur, altı ay mutlu yaşarlar. Kadın maksadına ulaşmış, uğruna dünya mülkünü –birinci kürk- terk ettiği adamla hoş bir hayat sürmeye başlamıştır. Görünüşe göre, kadın hikayenin ilk kısmında Nasreddin Hoca'nın sözünü ettiği çelişkiyi aşarak insandan yana olabilmiştir: sevdiği erkek –kürklü padişaha göre çıplak ve yoksul insan- uğruna dünya saltanatını terk edebilmiş, büyük tehlikeleri göze alarak sevgiden yana tavır alabilmiştir. Hikayenin devamı ise müdrikenin sınırlarını zorlayacak şekilde 'insan kimdir?' sorusunu hakikatli bir şekilde düşünmeye icbar eder. Mürşit kadının asık olduğu adama ilaçlar yapar, daha doğrusu onu hasta ederek beden güzelliğini tahrip edecek gıdalar yedirir. İlaçların neticesinde adamın güzelliği solar, bedeninde yaralar, iltihaplar ortaya çıkar, cemalinden eser kalmaz. Kadın büyük bir saltanatı uğruna terk ettiği adamla bir araya gelince irkilir, tiksinir ve kalbi soğur. Hikayenin ana fikri ortaya çıkar: sevmek, ikinci kürkümüz olan bedeni sevmek midir, hazlar bitince geride sevgi kalır mı?
Demek ki insanlığımız ile ilişkimiz iki kürk karşısındaki tavrımız ile sınanır: Birincisi dünyevi saltanatı ve başarıları temsil eden kürk ile sınanmamızdı. 'Ye kürküm ye' fıkrası bunu anlatıyordu. Kürklü olmayı insan olmaya üstün tutan davet sahibine gülsek bile, öyle bir sınavı geçmenin ne kadar zor olduğunu biliriz. Kürk var veya yok, 'önce insan' diyebilmek ahlakî erdemlerin zirvesidir. Lakin bu, birinci ve kolay sınanma idi. Mevlana'ya göre asıl mesele, ikinci kürk ile sınanmada ortaya çıkar: Bedenin temsil ettiği güzellik, ihtişam ve hazlar ile onların ardındaki insanlık arasındaki sınanmada nerede duracağız? Mevlana sevginin bir beden hazzı mı yoksa gerçek ahlak mı olduğu sorusunun cevabını ikinci sınavımızda bulabileceğimizi söyler. Burada mesele beşeri sevginin ilahi sevgiye intikali seklinde edebiyatta işlenen ve gerçekle bağı olmayan konu değildir. Mesele insanın birisini bedeni hazların ardında sevip sevemeyeceğidir: İnsan severken gerçekte neyi sever?
Hikayenin ana fikrini insan düşüncesinde gerçeklik ile yanılsama sorunu olarak ifade edebiliriz. Bir insanı seviyor muyuz, yoksa fani ve değişken hazzımızın peşinden mi savruluyoruz? Sorunu doğru tahlil edebilmek için önce Mevlana'nın bahsettiği şeyin abartı olup olmadığına karar vermemiz lazımdır. Modern dünyada sufilerin -ve onlardan daha önce filozofların- sözünü ettiği ahlaki seviye abartılı bulunmuştur. H. Bergson 'klasik felsefenin kavramları dünyaya bol gelen elbiselere benzer' dediği gibi, belki bahsedilen konular ve ahlaki düzeyler bize bol geliyor olabilir. İnsanın birinci kürkün ardından ikinci kürk ile sınanıp kendini 'salt insan' olarak tanıması ütopya şeklinde düşünülebilir. Bu meyanda Mevlana'nın dediğinin abartı olup olmadığını her insan kendi tecrübesiyle cevap bulmalıdır. Metafiziksel bir kavramlaştırma ile, insan kendini –fail olarak değil- münfail olarak düşünmesi gerekir: Acaba insan ikinci kürkünün ardında bir hakikati olduğuna inanır mı? Öyle görünüyor ki bilincimiz devam ettiği sürece aynı kaldığımızı düşünür, bilincin temsil ettiği insanlığımızın itibar görmesini bekleriz. Başka bir anlatımla kendimizi iki kürkün ardında müteal bir varlık olarak telakki etmek bir insanlık durumudur. Birinci kürkümüz yok diye itibarsız sayılmak bizce açık bir ahlaksızlıktı. Nasreddin hoca bunu bize anlatmış, kürkü insana yeğleyenlere –kime güldüğümüz ve tarafımızın neresi olduğu biraz şaibeli de olsa- çok gülmüştük. Ancak Mevlana'da ikinci büyük krizimizle yüz yüze geliyoruz. Acaba ikinci kürkümüz, yani ruhumuzu ve insanlığımızı taşıyan bedenimiz cazibesini yitirdiğinde ne umacağız? Soruya verebileceğimiz cevap bizi tasavvufun bahsettiği ahlaki seviye ile karşı karşıya getirecektir. Bedenin ardında insanlık hakikatimiz yok ise, cazibesini yitiren bedenin ve üzerimizden düşen kürkün sonrasında kendimizi kırık dökük hatıraların insafına emanet edeceğiz: göreceğimiz şey itibar veya sevgi değil, acıma duygusundan ibarettir. İnsanı 'insan' kılan şey onun zihni ve zihnin taşıdığı erdemler ise her halükarda baki kalan insanlığa itibar göstermek, ahlak bir zorunluluktur.
Ekrem Demirli