Avrupa ile aramızdaki mesafenin nasıl açıldığı meselesi bu topraklarda yaşayan herkesin ilk ve vaz geçilmez konusu olagelmiştir; biz tartışmayı bu konuyu tartışmakla öğrendik galiba. Üniversitelerden ilkokula, sokaktaki insandan kahvehane köşelerine kadar bu soruna emek harcamamış, ter dökmemiş insan var mıdır? Hele din ilimleriyle ilgiliyseniz 'biz niçin geri kaldık?' sorusunun ima ettiği ithamı cevaplayabilecek zihinsel donanım için hazırlanmanız beklenir. Biz soruna o kadar ciddiyetle inandık ki cevabı unuttuk; ilerleme kaydettiğimiz alanlardan bile artık ilerlediğimize ikna olmayız: Uzun süre Avrupa'da yaşayanlar ülkemizdeki gelişmeler hakkında iyimser olabiliyorlar fakat ezeli tartışmanın zihne kazandırdığı koşullanmayı yitirmemek için ısrarla sorunu muhafaza etmek isteriz. Sahi bu soru olmasa biz neyi tartışacağız?
Kendi adıma meseleyi bu tartışmadaki tavrımı şöyle belirginleştirmişimdir: Gün gelir ekonomi, sanayi vb. alanlarda ülkemiz yeryüzünün üretken toplumlarından birisi olabilir. Fakat bir alanda mesafe kapanacak gibi değildir: okur ve yazar olmanın iktiza ettiği analitik zihin, hakikat merakı, ciddiyetle meselelerin takibi!
Rahmetli babam Almanya'da çalışırken bir arkadaşının çocuklarıyla ilgili anlatmıştı: Arkadaşının sekiz yaşında bir kızı ve altı yaşında erkek olmak üzere iki çocuğu varmış. Kız beyaz fare yetiştiriyormuş. Bir gün evlerine gittiğinde kızın ağlayarak sayfalar dolusu yazı yazdığını görmüş. Kardeşine 'kardeşin ne yazıyor?' diye sorunca çocuk 'farelerinden birisi öldü, hikayesini yazıyor' demiş. Bu hikaye benim bu bahisteki en güçlü cevaplarımdan birisidir! Bir çocuğun fare yetiştirmesi dünyanın her yerinde -kültüre göre değişebilir- mümkün ve muhtemel işlerdendir lakin -hakkı teslim sadedinde- şunu bilmek gerekir: Dünyanın bir yerinde fare için yazı yazılıyorsa orası ya Avrupa'dır veya oranın etki alanındaki yerdir. Kişisel olarak bu kanaatim zaman içinde hiç değişmedi: Bugün ülkemizin en ciddi meselesi de okur ve yazar olmak tabirindeki 'yazmak' ifadesinin eğitim hayatımızın odağında yer almamasıdır. Bizde yazmak kalemi kullanabilmek ve ihtiyaç gerektiğinde de yazabilmek demektir. Halbuki yazmak okumanın varlık sebebidir; yazmak ile tahkim edilmemiş okuma faaliyetinin insan için bir hobinin ötesine geçebileceğini düşünmek doğru değil.
Ülkemizde öteden beri ihmal edilen bir konuda en üst düzeyden ciddi bir teşebbüs ortaya çıktı. Mükemmel örneğini Ankara'da gördüğümüz Millet kütüphanesi ile o minvalde açılmaya başlayan kütüphanelerden söz ediyorum. Değerli dostum Prof. Dr. Ahmet Hamdi Furat ile birlikte katıldığımız açılışın ardından kütüphaneyi görünce, bütün o eskimez tartışmalar zihnimizin bir yanında, büyük mutluluk yaşadığımızı söylemeliyim. Kendi adıma çok gezmiş, çok görmüş birisi değilimdir; dünyadaki örnekleri pek bilmem, okumam gereken kitapları ya kendim tedarik ederim (çünkü mutlaka çizerek okumam gerekiyor) veya İstanbul'daki birkaç kütüphanede çalışırım. Fakat böyle kütüphaneyi takdir edebilmek için çok görmüş olmaya gerek yok: Hiç kimse tahmin edemezdi böylesini. Başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere, Allah emek veren herkesten razı olsun. Başkent kültür ve düşünce hayatı gerçek bir merkeze kavuştu.
'Gök Kubbe Altında Tek Yeni Benim': Okuma ve Yazma Saikimiz Nedir?
Belli sayıda kitabı bir arada görmek insanda büyük heyecan duygusu meydana getirir, insanın içinde 'ben de yazmalıyım' diye hissiyat oluşmaya başlar. Bu hisler başlangıç için önemlidir (mesela böyle bir hissiyat oluşmamışsa insan kendini fazla zorlamamalı, belli ki o işin ehli değil) fakat nasibiniz yoksa onlar ya kendiliğinden söner veya çevrenizdeki insanlar bir an önce sönmelerine katkı sağlarlar. Kütüphanedeki kitapların sayısı arttıkça iş karamsarlığa dönüşür: Yazılmamış ne kalmıştır ki ben yazacağım diye düşünürsünüz. Bu durumda ilk heyecanın yerini umutsuzluk alır, moralimiz bozulur, 'gök kubbe altında yeni bir şey yok' diye kendi kendimize umutsuzluk telkin edersiniz. Bence dilimizdeki en gereksiz ve zararlı sözlerden birisidir bu deyim: Ne kendime ne başkasına bu sözü söylemediğim için Allah'a şükrederim. Sanki okurken ve yazarken gök kubbenin altındakilerle yarışıyoruz da deyim bize ayar veriyor? Var veya yok, bize ne! Böyle düşünmeyen insan yazı yazamaz. İnsanın açmadan kurtulabilmesi için okuma ve yazmak hakkında güçlü bir kanaatinin olması gerekir. Bunun için bireyselliğin anlamını ve hakikatli birey olmanın yolunu bulması keşfetmesi gerekir.
Gerçekte biz niçin okuruz? Okuruz çünkü kendimiz ve içinde yaşadığımız dünya hakkında belli belirsiz bir hissiyatımız vardır. Bu hissiyatı zandan gerçek kanaate taşıyabilmek için okumak şarttır. Bu durumda okumak hemcinslerimizle yardımlaşarak hakikati idrak için yol yürümek demektir. Fakat okudukça insan yalnızlaşır, sonra daha da yalnızlaşır. Okumak yolculuktur ve insanın böyle bir yolculuğu bir basına gitmesi lazımdır. İnsan biricik olduğunu düşünmeden bu yolu yürüyemez. Kanaatimce dinde birey olmanın anlamını en iyi tasavvuf fark etmiştir ve bu nedenle onlar hakikat peşindeki yolculuğu 'sulhu olmayan savaş' diye anlatmışlardır. Bu süreçte yazmanın ehemmiyeti ortaya çıkar. İnsan kime yazar? Gerçek bir düşünce hayatı için insan kendisi için okur, kendisi için yazar; gerçekte biz kendimize yazarız. Başka bir anlatımla yazarak hissiyatımızı hayalden gerçeğe taşıyarak zihnimizi inşa ederiz. Binlerce kitabı görünce aklımdan geçenler bunlardı.
Millet kütüphanesinin bereketlenmesini temenni ederim. Büyük kütüphaneler bir ortamdır: okur yazarlar bir araya gelerek birbirlerini etkilerler, birbirleriyle paylaşırlar. İnsanlar okuma ve yazmanın tabii bir iş olduğunu idrak etmeden onu hayatlarına kurucu unsur olarak dahil etmezler. Kitabı yazan insanı görmek gerekir, onunla konuşmak, onu tanımak lazım gelir. Bu konuda iyi örneklerden birisi İsam kütüphanesi idi. İsam'ın en iyi katkılarından birisi araştırma ortamlarında okur yazar insanların ve talebelerin bir araya gelebilmiş olmasıdır.
Kütüphanelerin bundan sonraki süreçte gelişeceğini tahmin etmek mümkün! Yeni kütüphaneleri şehrin tarih ve bilgi derinliğini yansıtacak şekilde isimlendirmek faydalı olabilir. Mesela Çanakkale'ye millet kütüphanesi yapılacak ise adı mutlaka Yazıcızade Muhamed Efendi Millet Kütüphanesi olmalıdır; Konya'da kurulacak ise Sadreddin Konevi olmalıdır. Birisi Anadolu'daki Müslümanlık bilgimizin en önemli metni olan Muhammediye'nin yazarı, öteki bu topraklardaki en büyük metafizik geleneğin kurucusudur.