Mevlana 'Allah Adem'i topraktan yaratmıştır' diye söze başlayınca meclisinde bulunan kerpiç ustası 'Efendim!' demiş, 'Cenab-ı Hak Adem babamızın toprağına saman katmış mıydı katmamış mıydı?' Böyle bir soru akla nerden gelir diye düşünmemek lazım, çünkü insan duyduğunu ve gördüğünü tecrübesine göre idrak eder, kendine mal edebilmek için yaşadıklarının aynasından süzer. Görevi insanları irşat etmek olan birinin zorlanabileceği anlardan birisi bu olabilir: Bir yandan soru soranı ciddiye alarak onun anlayabileceği cevabı verme samimiyeti gösterecek, öte yandan hakikate hakkını teslim ederek yalan söylemeyecek. Galiba hikaye hem samimiyet ve hem de hakikiliğin birden ortaya çıktığı hikayelere örnek olarak okunabilir. Mevlana ansızın gelen soruya 'Hayır, katmadı' diye cevap vererek hakikate hakkını teslim etmiş oldu; dinleyen anlayacak diye yalan söylemek hakikate ihanettir. Çünkü naslarda öyle bir bilgi yoktu ve Mevlana nastan edindiği bilgiyi aktararak hakikati tahrif etmemiş oldu. Fakat cevap doğru olsa bile yeterli değildi. Soruyu soran insana bir gerekçe söylemesi lazımdır ki, adam ikna olabilsin. Belki bundan daha önemlisi de ciddiye alındığını görerek değerli bir soru sorduğunu düşünüp konunun hakiki bir parçası olabilsin. Bu kez Mevlana latife ile karışık 'zaten katsaydı, ayağımız kırılmazdı' diyerek gerekçesini söylemiş oldu. Adam bu cevaba daha çok sevinmiş, 'amma doğru bir soru sordum' diye düşünmüş olmalıdır. Bundan sonra soruyu soranın cevabın hangi kısmına odaklanacağı onun meselesidir. Mevlana hakikate hakkını vermiş, dinleyenin algı derecesini hesaba katarak yalana baş vurmamış, sahici olmanın hatıra -velev ki görünüşte onu kazanma amacı taşısın- 'yalan söylememek' demek olduğunu öğretti.
Mevlana'nın hikayesi bu konuda anlatılabilecek en doğru örneklerden birisidir: Dinleyicinin idrak düzeyine inebilmek uğruna ve herkese anladığı şekilde söz söylemenin kötü örneği ise şudur:
Köyün birinde görevlendirilen imam insanların hiç namaza gelmediklerini görmüş. İnsanlar işlerini güçlerini bitirdikten sonra ya evlerine gidiyor veya kahvehanede oturuyorlar fakat cami tarafına bakmıyorlardı. İmam efendi ne kadar uğraşırsa uğraşsın netice elde edemedi. Onları namaza alıştırmak, camiye taşımak için ısrar etse de insanlar her defasında bir bahane ile onun davetinden yüz çevirmişler. Uzun konuşmaların neticesinde bir konuda uzlaşmışlar: Abdest almada zorlanan cemaat ayaklarını yıkamayacak, namazı eksik alınmış abdest ile kılacaklarmış. İmam bunu kabul etmiş ve zamanla eksiklerini tamamlarlar diye beklemiş. Zaman geçmiş, derken imam köyden ayrılmış, başka biri onun yerine imam olarak görevlendirilmiş. Yeni imam köye gelince en azından selefi kadar çetin bir durumla karşılaşmamış. Cami kalabalık, her namazda cemaat mevcut, ortada sorun görünmüyordu. İmamın memnun hali abdest alırken cemaati görünce yerini öfkeye bırakmış: insanlar abdest alırken ayaklarını yıkamıyormuş! Bunu gören yeni imam önce şaşırmış, sebebini sormuş, cemaat ise önceki imamın böyle öğrettiğini söyleyerek mazeret beyan etmişlerse. İmam abdesti doğru almaları konusunda ısrar etmiş. O ısrar ettikçe cemaat doğru abdeste yönelmek yerine bildiğini okumayı sürdürmüş. Yeni imam 'böyle abdest olmaz, kıldığınız namaz geçerli değil' dese de cemaat oralı bile olmamış. İmam cemaati ikna edemediğini görünce selefine mektup yazmaya karar vermiş: Biraz öfke biraz da ithamla başlayarak 'Nasıl imamsın sen, insanlara dini öğreteceğin yerde ifsat etmişsin, irşat edeceğine dalalete düşürmüşsün' demiş. Selefi olan imam ise tecrübenin getirdiği soğukkanlılıkla şöyle karşılık vermiş: 'Ben hiç camiye gelmeyenleri namaza ancak öyle getirebildim. Sen de eksiği tamamla, abdest alırken ayaklarını yıkamalarını öğret.'
İmam Hatipli olmanın bir yönü de böyle hikayeleri 'yardımcı ders müfredatı' gibi erkenden öğrenmiş olmaktır. İnsanlara dini öğretecek olanlar onların idrak seviyesini dikkate almalıdır ve dikkatli bir siyaset takip etmek zorundadır diye başlayan öğütler anlamsız hikayelerle teyit edilirdi. Hikayenin nereden çıktığı ve ne zamandan beri anlatıldığını bilemem fakat böyle sorumluluklarla sınanan sadece ilahiyat mesleğidir herhalde.
Bir mesleği öğrenirken yalana başvurmanın görevin esaslı bir parçası olduğunu anlatır ikinci hikaye. Mesleğin insana en çok zarar verdiği nokta burasıdır: yalanı mesleğin parçası gibi öğrenmek. Bundan daha tehlikeli olanı ise yalanı meziyet gibi sunmada ortaya çıkar. Mesela bir meslek insana 'Her doğru her yerde söylenmez' dediğinde artık insan aklını ve ahlakını mesleğinden korumak zorundadır. Böyle bir durumda sadece mesleği değil, yalan söylemeyi ve yalanı savunmayı öğreniriz. Meslekler insan aklı ve ahlakı için kurucu disiplinlerdir. Ahlak haddi zatında meslekte teşekkül eder ve her insanın ahlakı onun mesleğinin inişli çıkışlı yollarında örülür. İnsan sabrı, merhameti, sevgiyi, samimiyeti, cesareti, cömertliği bir yerlerden duyabilir, fakat öğrenme meslekte olur. Bu nedenle meslek ahlak ilkeleri üzerine kurulu olmalıdır ve insana evvelemirde ahlakı öğretmelidir. İkinci hikaye insanın aklına ve ahlakına zarar vermek üzere uydurulmuş, dini hakikat meselesi olarak görmek yerine, iktidar elde etme ve çıkar kazanma meselesi olarak gören zihnin yalanıdır. Bu zaaflara perde yapılan şey ise insan sevgisi ve onları hakikate taşıma hırsıdır.
Halbuki hakikat ancak hakikate sadık kalınarak anlatılabilir.